Friday, May 23, 2014

X-Men: Geçmiş Günler Gelecek ( X-Men: Days of Future Past)







Çılgın infografik:






Sağda, bugüne kadar X-Men'in zaman yolculuğu içeren maceralarından bazılarında karakterlerin başlarına gelenler ve kısa hikaye açıklamaları bulunuyor.

İlgilenenler, alakalı makaleyi yazının sonunda yeralan linkten okuyabilir.







(Son zamanlarda, artık işim gereği olarak web sitelerinde içeriğin önemine dair tonlarca şey okuyup öğreniyorum. Bu yazı, bu öğrenimlerin boş verilmesiyle, SEO'nun ve kullanıcı deneyiminin Kasımpaşa'dan aşağı inişiyle yazılıyor. Ama spoiler içermiyor. Gönül rahatlığıyla bayarak okuyabilirsiniz.)








İlk X-Men'e gittiğim günü hatırlıyorum, sene 00 ve daha lise 2'deydim. En yakın arkadaşımın babasının sinemasında izlemiştik bir kaç arkadaş. Kapalı gişe oynamıştı film ve bahsi geçen sinemanın da kapanmasını ertelemişti bir süre diye hatırlıyorum. Bryan Singer'ın ilk çizgiroman uyarlaması olan X-Men, eli yüzü düzgün bir filmdi. Tabii o zamanlar ağzımdan salyalar akıtmıştı, gavurlar buna "nerdgasm" falan diyorlarmış. Daha o zamanlar ne ingilizce var ne de "nerd" olduğumdan haberdarım.

Sonra X2 geldi. Yine Bryan Singer çekmişti ve kanımca yapılmış en iyi çizgiroman uyarlamasıdır.  Ardından gelen X-Men: The Last Stand ise serinin son filmiydi. Ve fakat o kadar kötü bir filmdi ki, zaten isteseler de o yapının üstüne gidemezlerdi.

Ve X:Men'in sinema macerası, Örümcek Adam, Batman, Superman'ın gittiği yoldan gitmeye başladı. 2010 yılında, "franchise"'ın reboot edileceğinin haberlerini aldık. Sonra da 3 Haziran 2011'de X-Men: First Class gösterime girdi. Bu sefer yönetmen Bryan Singer değildi, ama olsundu, film beklentileri fazlasıyla karşılamıştı. Hem gişe başarısı olarak hem de hayranlar ve izleyiciler açısından başarılı bir yapımdı.

First Class'ın sonunda, ikinci filmin yapılacağına dair ipuçları bize veriliyordu aslında. Bu yüzden beklemeye başladık biz de. Ve aradan tam 3 sene sonra, eminim oralarda bir güç ve ona teşekkür ediyorum, son X-Men yapımı, Days of the Future Past bugün gösterime girdi.

Önceden belirteyim, bu hayatımda izlediğim en iyi X-Men uyarlaması. Benim gibi, 90'ların ortalarında X-Men'in Show Tv'de ve Cine 5'de gösterilmiş çizgifilmini izlemiş olanlarınız, Arkabahçe Yayıncılık ilk defa renkli ve orijinal boyutunda çizgiroman çıkartmaya başladığında alıp okuyanlarınız, Gerekli Şeyler ilk açıldığından bu yana bir şekilde gidip dergi, kitap karıştırıp, Dreamers'dan figürler alanınız varsa, ya da bunlardan biri ya da birkaçıyla alakalı biriyseniz, bu filmi kaçırmayın. Yani gidin sinemada izleyin. IMAX gösterimi yok ne yazık ki, olsun gidin kaliteli bir salon bulun ve orada izleyin. Historia Cinemaximum da kötü bir tercih değil, en büyük salonda oynuyor. Aklınızda bulunsun.

X-Men'e ilgi duyan, biraz takip eden herkes, serinin zaman yolculuğuna ne kadar kafayı takmış olduğunu iyi bilir. Yukarıda bahsi geçen çizgifilmde, Bishop'ın ilk defa gelecekten geldiği bölüm ve o hikayenin adı da Days of the Future Past bu arada. Yani daha ilk başlangıçdan göndermemiz var. Neyse, devam edelim. Filmimiz gelecekte ve geçmişte ilerliyor. Geçmiş Günler Gelecek diye çevrilmiş olması da biraz mantıklı aslında. Gelecekten, geçmişte yaşanmış ve her şeyi etkilemiş tek bir olayı tersine çevirmek için, zaman yolculuğundan sağ çıkabilecek tek karakter olan Wolverine, geçmişe dönüyor ve olaylar gelişiyor. Diyorum ve gerisini anlatmıyorum.

Bryan Singer, tekrar yönetmenlik koltuğuna oturuyor bu filmle, bunun da sinemaseverleri heyecanlandırmış bir gelişme olduğunu belirteyim. Yıllardır bu anı bekliyorduk. Açıkçası ben o kadar da kendi imzasını taşıyan bir plan, olay örgüsü, karakter içselleştirmesine pek rastlayamadım. Film, First Class'ın kaldığı yerden devam etmese de, aynı oyuncuların da devamıyla sanırım ortak bir havada ilerliyor. Bu filmin özelliği, bugüne kadar çekilmiş bütün X:Men filmlerinden karakter ve oyuncuları barındırması. İpini koparanın sahnede endam eylediği bir yapım bu. Neyse ki bu filmi karman çorman ve dağınık bir hale getirmemiş.

En etkileyici sayılabilecek sahnelerden biri; Quicksilver adlı X-Men karakterine ait. Filmin ortalarında vuku bulan Magneto'nun hapishaneden kaçışı sekansı, bu tarz yapımlar içinde bence şimdiden özel bir yere sahip. Bunda da kullanılan özel efektlerden çok, sahnenin mizahi yapısı etkili oluyor diyebilirim.

Hugh Jackman, bildiğiniz Hugh Jackman işte. Wolverine bu filmde o kadar öne çıkmıyor, iyi de yapıyor aslında. Karakterlerin rol ve öncelik dağılımı çok iyi ayarlanmış. Özellikle Jennifer Lawrance'ın canlandırdığı Mystique ve Michael Fassbender'ın Magneto'su çok başarılı. Wanted'dan tanıyıp sevdiğimiz James McAvoy'da Prof X rolünde hasbelkader iyi bir oyunculuk sergiliyor. Peter Dinklage'ın o kadar bir numarası yok, kötü adam olduğuna da inandıramıyor pek, neyse diyoruz.

Eksiklerine gelirsek, her zaman yolculuğu filminde olduğu gibi bunda da senaryoda kopukluklar ve mantık hataları mevcut, ama filmin temposu o kadar yüksek ki, olaylar birbiri ardına o kadar adım adım ilerliyor ve salondaki gerilim git gide sinsice artıyor ki, bunları düşünüp kafanızı yormaya haliniz kalmıyor. Wolverine her şeye tanıklık ediyor işte, tanıklık etmekten başka pek bir şey yapmıyor. Ama tatmin edici sahneleri de var, Hugh amcamızın yaşlanmış olduğu çok belli. Ama kimse yeni bir Wolverine istemez herhalde. Hayatımda O'nun kadar boş ve şaşkın bakabilen başka bir oyuncu da görmedim zaten, böyle devam.

1970'lerin Amerika'sı çok güzel aktarılmış, kostüm tasarımları, saçlar gözlükler ceketler falan harika. Nixon var bir kere yahu, başarılı olduğuna inandığım bir canlandırmayla hem de. Gülümsemeden edemeyeceksiniz görünce.

Daha önce çekilmiş X-Men filmlerine bolca gönderme mevcut. Bu bağlamda seriyle de beraber ve ilerletici bir yapısı var. Hikayeyi sona erdirme niyetleri olmadığı için sıkıcı uzun vedalaşma planları, konuyu kapatalım derken üstünden özensizce geçilen noktalar yok. Aceleye getirilmiş, ondan da şundan da koyalım herkes coşsun diye yapmamış oldukları çok belli.

Sentinel'leri görmek isteyenleriniz illaki vardır. İlk olarak sanırım Last Stand'de karşımıza çıkmışlardı. Bu filmdeki hali vakitleri, görünüşleri gerçekten çok güzel.

Final de gözden yaş getirecek kadar dokunaklı, en azından benim için öyle oldu. 31'ine merdiven dayamış bir "manchild" olarak, tanıklık etmiş olduğum bu görsel şölen umarım sizi de duygulandıracak ve geçmişle hoş bir bağ kurmanıza yarayacaktır.

Sonuçta bu belki de tarihin en karmaşık çizgiroman serisinin beyazperde uyarlaması. Bu yüzden çocuksu olurken karmaşık, yaklaşık 15 yıllık bir sinema serüveninin son halkası olduğu için o kadar da yeni ve modern değil, ama bana kalırsa içerdiği o ruh, her şeye bedel. Evet, son Örümcek Adam uyarlamasında olmayan o ruh, bu arkadaşta var işte. Ama sakın ciddi, oturaklı, hayatınızı değiştirecek bir film beklentisiyle de gitmeyin.

Bakarsınız bir gün Disney hem Sony'i hem de Fox'u alır da, o zaman hepsini beraber izleyebiliriz, ne dersiniz?

Bence bu gelecek, beklenmeye değer.

Ha bu arada, hayatındaki geçerli ve süregelen durumdan ötürü geçmişe gitmeyi, geçmişteki kendisiyle yüzleşmeyi, geçmişte yapılmış en bir kritik hatayı arayıp bulup onu değiştirmek isteyen izleyici, sana diyorum. Kendime de diyorum;

Gerek yok,dokanmayın.

Naçizane puanım; x, X-Men sevginiz içinizdeki çocukla bağınızla orantılı bir sayı ise; X/10
Neden izlenmeli; Hughabs, Quicksilver'la aksiyon, J-law(tombiş Mystique)
Kimler izlesin; Çizgiroman severler
Evde izlenir mi?: Bluray'i çıktığında haber verin.

http://www.avclub.com/article/brief-history-alternate-histories-x-men-204776

Sunday, May 4, 2014

İnanılmaz Örümcek Adam 2 ( The Amazing Spider-Man 2)







                  Dramın bitmiyor be adam.











Sony'nin doğal olarak reboot ettiği Örümcek Adam serisi'nin 2. filmi vizyona geçtiğimiz hafta girdi. IMAX'de izlemesem öleceğim hastalığından muzdarip olduğum için bir 10 gün gecikmeyle en nihayetinde bugün gidip gördük. Çizgi-roman uyarlamarına ve özellikle Spidey'e olan ilgi/alakamdan ötürü coşku ve beklentiyle izlediğim bu 2 saati aşkın süreli yapım, ne yazık ki beklentilerimi karşılayamadı.

Gitmeden önce, filmi izlemiş olan ofis arkadaşlarıma, sonunda neler olduğunu sordum, aman dediler spoiler vermeyelim. Green Goblin, Gwen Stacy'i öldürüyor değil mi? diye sordum sonra, doğru soruyu sorunca tabii ki kayıtsız kalamadılar. Evet, ahanda size öküz gibi spoiler. Emastonreyiz ölüyor. Ama allahaşkına, Gwen Stacy'i bu filmde öldüreceklerini tahmin edemeyen, yukarıda paylaştığım resme ait sayıyı, o muhabbeti bilmeyen adam zaten çizgi-roman uyarlamasını neden izlesin?

İzleyecek olup da bu satırları okuyan okuyucu, senden de özür falan dilemiyorum.

Evet, ilk üçlemeyi tam 10 yıl sonradan takip eden yeni serinin bu ikinci bölümünde, Andrew Garfield aka Peter Parker, berbat saç traşıyla bütün film boyunca Emma Stone aka Gwen Stacy ile on/off bi aşk meşk olayları yaşıyor. Ne yazık ki bu izleyicide travma yaratabilecek düzeyde banal romantik haller filmin büyük bir bölümünü kapsıyor. Jamie Foxx, Electro'yu canlandırıyor ama pek bir olayı yok, teaser ve trailerdan ötürü benim çok daha karizmatik ve güçlü bir villian beklentim vardı açıkçası. Aslında bu filmin geneline, kötü yazılmış olan senaryodan ötürü yansımış. Olan biten dan dun gelişip ilerliyor. Sonunda da Gwen Stacy ölüyor evet. Bak işte, filmin en iyi çekilmiş, en güzel gerilimi yansıtan, ekol yeri de orasıydı. Artık Mary Jane'i bekliyoruz, 2 seneye görürüz umarım. Zaten Sinister Six'e de bağlayacaklar orası belli.

Aksiyon sahneleri, işte örümcek adamın Manhattan'da salındığı sahneler falan mükemmel. Şu zamana kadar izlediğim en iyi Örümcek Adam aksiyonu değil, ilk film çok daha iyiydi ama yıllar geçtikçe daha da inandırıcı hale geliyor görsel efektler. CGI çirkin durmamış yani, onu diyeyim.

Oyunculuklar fena değil. Dane Deehan, Harry Osbourne/ Green Goblin'i canlandırırken senaryoya kurban gidiyor mesela, en çok dikkatimi kendisi çekti. Emma Stone zaten ne yapsa ne dese iyi. Jamie Foxx da eh işte. Biz ne William Defoe'lar, Alfred Molina'lar görmüşüz.

Bu janra ait yapımların güzel OST'leri, score'ları olur aslında pek güzel. Danny Elfman ve Hans Zimmer ekol eserlere imza atmışlardır misal The Dark Knight, 90'lı yılların Batman'i gibi örnekler var. Ne yazık ki filmimizin böyle bir olayı yok, şarkı seçimleri de bence çok kötü ve manasızdı.

Çizgi-roman uyarlamaları, nerd ve geek'ler için yapılmıyor ve yapılmadı hiç bir zaman. O yüzden herkesi ya da die-hard fanları memnun etmek gibi bir dertleri yok bu yapımların. Örümcek Adam serisi zaten Box-Office'de yeni rekor kırsın diye yapılır hep, Broadway şovu bile var öyle düşünün. Yine de ilk film çok heyecanlandırmıştı beni, bu yüzden hayal kırıklığına uğradım desem yeridir.

Potansiyelini iyi kullanamamış bir yapım yani, insanın siniri bozuluyor izledikten sonra.

Naçizane Puanım: 4/10

Neden İzlenmeli: Salınan Örümcek-Adam sahneleri.

Bunları sevenler izlesin: Emma Stone, Örümcek-Adam, amerikan traşı(öyk)

Evde izlenir mi?  Arada uyuklatabilir, ciddiyim.

Monday, April 28, 2014

Uyumsuz (Divergent)








 Bu dövme ve tasarımı için çok çalışılmış, aktör dövme yapılırken caz dinlemiş.

Gerçekten de; "Doqan bana!" diye bağırıyor değil mi?





Kolay okunan ve hızla tüketilebilen kitap serilerinden size de gına gelmedi mi? Çoğunluğu, gavurların "Teen Adult" dediği ergenlik sonrası yaşlardaki gençlerimize pazarlanan bu ürünler sağolsun herkes bilimkurgu okur oldu diye düşünmemiz gerekiyor sanırım. Açlık Oyunları ile başlayan bu endüstriyel edebiyat serüveni beyazperdeye illaki sıçrayacaktı. Twilight'ın bıraktığı boşluğu doldurmak için sanırım Açlık Oyunları yeterli olmadı ki, holivut hiç gecikmeden karşımıza başka bir kitap serisini sundu.

23 yaşında yazmaya başladığı seri ile dünyaca ün kazanan Veronica Roth'un üçlemesinin ilk bölümünün sinemaya uyarlanması konumuz, evet. Endüstriyel sinemanın son örneklerinden biri olan Uyumsuz, geçtiğimiz haftalarda gösterime girdi sonunda. Karambole getirip izleme şerefine eriştik biz de.

Bir not olarak, nostaljik sinema deneyimi yaşamak isteyenler için Cinemajestik iyi bir seçim, yıllardır burada film izlemiyordum, pek kalabalık da olmadığı için rahat rahat 10 dakika ara saçmalığı da olmadan filmimizi izledik. Perde ve ses sistemi de yerli yerindeydi, aklınızda bulunsun.

Uyumsuz, belki de hayatımda izlediğim en kötü filmlerden biri. Bunu izlemeye başladıktan takriben 10 dakika sonra anladım ve kendisini bir komedi filmi olarak izledim. Baya da eğlendim. Bu yüzden sizlere oyuncularından yönetmenine, işte çıkarımlarımdan analizine ve daha bir çok şeyiyle irdelenmiş bir film eleştrisi/deneyimi sunacak halim pek kalmadı. Bu yüzden madde madde aklıma gelenleri sıralayacağım ben de filmle alakalı;

- Başroldeki kızımız iri kemikli ve gür saçlı(genelde).Filmin başında saçları toplu sonra açılıyor. Saçları dalgalandıkça coşan bir karaktere sahip.

- Kate Winslett ve Ashley Judd oynuyor. Nedenini çözemedim.

- Genç kızlarımıza örnek olsun diye baş karakterler sevişmiyor. Birbirlerine temas edip öpüşüyorlar sadece.

- Zenciler ve Amerikan aksanından başka aksanda ingilizce  konuşan herkes kötü adam.

- Dünyayı kurtaracak olsan da evlenmeden sevişmek yasak. Anca oranı buranı yanlışlıkla elletip öpüşebiliyorsun.

 Unutmadan, hemen gidip bir disütopya yazmaya başlayın, baş kahramanınız 15 yaşlarında at kuyruklu saçlarıyla bir genç hanımkızımız olsun. Dünyayı bir kaç parçaya bölün, parçalara anlaşılabilir kavramlar üzerinden kalıplaştırın. Bir parça kötü taraf olsun, kız da dünyayı bunlardan kurtarsın. Anında filmini çekerler. Biz çalışmalara başladık valla, piyasa bunu istiyor. Evet her yerde dalır işareti gören bir insanım.

Bunun bir devam filmleri gelecek, çok sevinçliyim. İsteyen bu kadar komik film çekemiyor.

Bu şeye puan falan veremiyorum. Öyle ev de olmaz olsun.





Thursday, April 3, 2014

The Broken Circle Breakdown(Kırık Çember)




Akademi ödülleri arasında en çekemediğim ve saçma bulduğum kategoridir Yabancı Dilde En İyi Film. Dünya sinemasının belki de en tırt, ana akıma hizmet eden örnekleri her sene bu ödülü almak için yarışırlar. Ülkemizden bir tane film bile henüz aday olamadı diye biliyorum, bunu bile başaramamış olmak var bir de tabii Türk Sineması adına. Hoş; belediye seçimleri sonrası oyları tekrar tekrar sayılan bir ülkenin sinemaya ne kadar ihtiyacı var ki? Zaten kurguya gerek olmadan her gün farklı bir absürd kara komedi tandansında hayat sürüyoruz.

Konumuza dönersek;

The Broken Circle Breakdown; ülkemizdeki gösterim adıyla Kırık Çember,  Belçika sinemasının son dönemdeki gözde örneklerinden biri olarak bize sunuldu 2013'te. Öyle ki akademi tarafından adaylık bile kazanmış geçtiğimiz sene, tahmin edeceğiniz üzre de üst paragrafta bahsettiğim tırt yapımlardan biri ne yazık ki. Ortasında çıkmamak için kendimi zor tuttuğum onca filmden biri oldu benim için, sebeplerini aşağıda sıralamaya çalışacağım . 

Buralarda önce Filmeklimi 2013'de, sonra da vizyonda gösteriime girmiş olmasına rağmen en sonunda bu hafta, Yeşilçam'da izleme şansına eriştim Kırık Çember'i. İstanbul'da oturanlarınız bilir; alternatif sinema örneklerinin son durağı Yeşilçam Sineması'dır. Buradan da işletenlere, emekçilerine saygılarımızı sevgimizi sunalım.

Felix van Groenigen'in 4. uzun metrajı olan Kırık Çember, Elise ve Didier'in yaklaşık 10 yıl süren ilişkisini, zamanda bir ileri bir geri, sonra iki geri üç ileri giderek ve bunu çok matah bir şeymiş gibi bütün film boyunca yaparak anlatıyor. Başrol oyuncusu Johan Heldenberg'in aynı adlı oyunundan senaryolaştırıp bir de başkarakteri(Didier) canlandırdığı yapımda eşi Veerle Batens'de Elise rolüyle yeralıyor. Çocuk oyuncu Nell Cattrysse de kahramanlarımızın 6 yaşındaki kızı Maybelle'e hayat vermiş.

Belçika'nın ortasında boş bir arazide, o arazinin de ortasında bir karavanda yaşayan Didier, şehre inip dövme yaptırmaya gittiğinde Elise(dövmeli/dövmeci kız) ile tanışıyor. Aralarında hayatımda gördüğüm en manasız dialoglardan biri geçiyor ve gidip gördüğüm kanlı canlı her amerikalıdan daha amerikalı duran ve konuşan Didier bir şekilde Elise'yi tavlıyor ve blue grass tarzı müzik yapan grubunun konserine davet ediyor.  Blue grass dinlememiş, bilmeyen olanlarınız için, amerikan country ve folk müziğinin bir alt kolu olduğunu söyleyebilirim. Elise konser'e geliyor, bunlar kavuşuyorlar derken olaylar gelişiyor. 

Buraya kadar anlattıklarım eğer size de bana verdiği gibi bir fantastik film, bir D&D hikayesi okuyormuş tadı vermediyse ne ala, karşınızda pek ala düzgün çekilmiş bir aşk filmi var, ağır melodram, ekol drama.

Açıkçası, bu kadar amerikan sempatizanlığı bana bile fazla geldi, filmin orijinal adı ingilizce yahu! Müzikal altyapısı her ne kadar sağlam, şarkılar belli ki güzel bestelenmiş söylenmiş olsa da allah için Belçika'nın orta yerinde kim blue grass dinler yahu? Öyle bir çift düşünün ki, en büyük kavgalarında, işte o patlama anında birbirlerine ingilizce küfrediyorlar. Kimse kusra bakmasın da hiç inandırıcı değil. Sonuna kadar sırf  şunları yazabilmek için katlandım bu bayık ve saçma hikayeye.

Sinirden haftalardır bitiremediğim bu yazıyı daha fazla uzatmak da istemiyorum. Gidenleriniz gidip beğenmiş zaten, allah akıl fikir versin ne diyim.

Naçizane puanım; 2/10

Evde izlenir mi ? Beni çağırmayın da ne yaparsanız yapın.






Monday, March 24, 2014

Allacciate le Cinture (Kemerlerinizi Bağlayın)







        İşini bilen yönetmen diyorum.










Kanser, hayatta duymaktan en çok korktuğum kelimelerden biri. O'nu sadece bir hastalık olarak görebilmeyi çok isterdim. Aranızda kanser yüzünden bir yakınını ya da anne-babasını kaybetmiş olanlarınız varsa beni iyi anlar, böyle bir durumu yaşadıktan sonra bu bela sizin için başka bir gerçekle özdeşleşir;ölümle.

Meme kanseri, geçtiğimiz bir kaç yılda popüler kültürde kendine bir yer edinmeye başladı, farketmişleriniz vardır. Yerli/yabancı meşhurların bu hastalığa yakalanmaları ve  hastalığın yaygınlaşması ya da bu gerçeğin üstüne basılması toplumsal bilinci etkiledi. Hastanelerde mamografi kuyruklarına yol açtı(oha!). Ancelinacoli'nin memelerini küçültmesine varan sonuçlara ulaştı meme kanseri korkusu yeryüzünde. Kanserin nice türlüsüne nazaran meme kanseri, erken teşhisle hastanın tedavi sürecinden sağ salim çıkması çok daha olası olan bir hastalık, her zaman tedbirli ve bilinçli olmakta fayda var diyip konuyu kapatıyorum.

Kemerlerinizi Bağlayın, Ferzan Özpetek'in 11. uzun metraj çalışması ve bu sert girişe sebebiyet veren bir  hikaye yapısına sahip. Her ne kadar, meme kanserine yakalanan başkarakterinin başından geçenleri mizahla yoğurarak seyirciye aktarmaya çalışsa da, bu çaba filmi sırf ele aldığı konu üzerinden ağır ve sert bir yapıya sahip olmaktan kurtaramıyor.. Benim gibi  en yakınlarından birini kansere kaybetmiş kimi izleyiciler için izlemesi o kadar da keyifli olmayabilir, notumuzu düşelim.

Filmimiz, stilize çekilmiş bir tek planla açılıyor. Sağanak yağmur altında, bir otobüs durağında sıkış tepiş bekleşen insanların arasında iki başkarakterle tanışıyoruz. Balık baştan kokar derler ya, hikayenin geri kalanının bu ikisi arasında gelişeceğini de buradan anlıyoruz aslında. Elena ve Antonio arasında başlayan ilişkiyi, aralarındaki aşkı ve kavuşmalarını anlattıktan sonra ani bir şekilde 13 yıl sonrasına atlayan hikaye; büyük aşklarla başlayan ilişkilerin, evlilik ve çoluk-çucuğa karışmayla ne hale gelebileceğini gösteriyor gibi derken, Elena meme kanseri olduğunu öğreniyor. Sonrası Elena'nın ve ailesinin kanserle mücadelesi ve başedişini işliyor. Elbette İtalya'^da geçiyor bu arada.Gidip izleyin diye anlatmıyorum geri kalanını.

Ferzan Özpetek'in diğer filmleri gibi ana ekseninde kadının gözünden aşka yer veren Kemerlerinizi Bağlayın, yönetmenin alametifarikası bazı planlar ve kamera oyunları dışında pek bi' numarası olmayan bir deneme. Hikayesinin temelinde bulunan boşluk ve eksiklikler senaryoyu inandırıcılıktan uzak kılarken, oyunculuklar da bu fazla özenilmeden yazılmış gibi duran hikayeyle tutarlı olarak vasatlar. Yönetmenin hikayelerindeki olmazsa olmaz öğeler olarak sıralayabileceğimiz, eşcinsel yakın arkadaş ve hikayesi, aile ve mahalle ortamı(baskısı), birbirlerinin hayatlarının içine bodozlama girmiş arkadaş ve aile üyeleri bu filmde de mevcut. Bolca yan karakter ve dikkat dağıtıcı hikayeye katkı sağlayan/sağlamayan öğe var. Elena'nın kanserle mücadelesi ise yine bana kalırsa zayıf bir anlatımla hikayede yerini alıyor.Daha önce hiç bir F.Ö. filminde görmediğim kadar zorlama komiklik, şaka ve abartılı mizah da nedense bu filme denk gelmiş. Kanserle dalga geçilmez mi, çok da güzel geçilir ama böyle değil bana kalırsa.

Ferzan Özpetek'in pek bir sevdiği Sezen Aksu sanırım ilk defa arkada bırakılıyor K.B.'da. OST sanki özellikle kötü sıralanmış şarkılarla dolu, yine güzel video klip tandansına sahip anlar var filmde ama o bütünlük yok işte. Film müzik albümlerini gözü kapalı alacağınız bir yönetmendir aslında kendisi, hayal kırıklığına burada da uğradım.

Antonio'yu canlandıran Francesco Arca, özellikle çok kötü bir oyunculuk sergilemiş. Kamera önünde yarı çıplak oradan oraya dolanıyor, arada bir şeyler yapıyor söylüyor ve ileriye dimdik dehşet içinde bakıyor. Elena rolünde Kasia Smutniak ise başarılı diyebileceğim bir performansa imza atmış. Ama bu ikili arasında bir uyum göremiyoruz, bu da filmin inandırıcılğına bir darbe daha indiriyor. Günümüzde, insanların artık biraz da aşka inanmak, aşkın hala en azından kendisinden başkaları için varolabileceğini görmeye sinemaya gittiklerini varsayan biri olarak, hikayenin temelinde yer alan bu koşulsuz aşkın reelliğine kanmak bana biraz zor geldi.

Sonuçta karşımızda orası burası eğri duran, neresinden çeksen diğer tarafı açıkta kalan bir yapım var. İzleyicisi elbette olacaktır, sonuçta Ferzan Özpetek hem LGBT oluşumunun bir öğesi, hem saygı duyulan bir yönetmen hem de Avrupa'daki gururlarımızdan, övündüğümüz değerlerimizden biri değil mi? 

Neden oralarda yaşadığının, aramızda olmadığının pek bir önemi yok nasılsa.Uzaktan bakıp gıpta etmekten, vizyona giren son filmine gitmekten başka elimizden ne gelir ki!

Değil mi?

Naçizane notum; 3/10

Neden izlenmeli? Kumsal sahneleri için(bkz: üstteki resim).

Bu filmleri sevenler bi şansını denesin; Karşı Pencere

Evde izlenir mi? Pek sanmıyorum.





Saturday, March 15, 2014

Mavi Yasemin (Blue Jasmine)






    Deliliğe övgü anasını satayım!








Akademi ödüllerinin bir sinemasever için önemi çok büyüktür. Sinemanın bir endüstri olarak algılanmasına, değerinin kazandığı heykelciklerle ölçülmesine sebebiyet verse de her sene Mart ayını iple çekmemizi sağlayan bir etkinliktir Oscar Ödül Töreni.

Kırmızı halı yürüyüş tandansından, kazananların konuşmalarına, kaybedenlerin hayıflanışına kadar uzanan bu gösteri dünyasının en önemli etkinliği sağolsun, törende ödül kazanmış filmler tekrar gösterim şansı kazanırlar sinemada. 

Mavi Yasemin de Cate Blanchett'ın kazandığı En İyi Kadın Oyuncu ödülü vesilesiyle tekrar vizyona girdi ve gidip izleme şerefine eriştim. Daha ne kadar gösterimde kalır, şimdiye kadar bir şekilde izlememiş olanlarınız varsa yetişebilirler mi bilemiyorum. 

Bir fırsatını bulabilirseniz gidin, kadın oynamış.

Woody Allen'ın son yıllarda çektiği en iyi filmi olarak gösterilen Mavi Yasemin'in hikayesi yönetmene ait olsa da; altı çizilmemiş olarak, Tenesse Williams'ın yazmış olduğu bir oyun olan A Streetcar Named Desire'dan esinlenilmiş gibi duruyor. Bahsi geçen oyunun, Broadway showlarından sinemaya, oradan da TV şovlarına uyarlanmış bir çok versiyonu bulunmakta. Woody her ne hikmetse hikayeyi bir kez daha kendince yorumlayıp sinemaseverlerle buluşturma ihtiyacı duymuş. 

Günümüzde geçen yapımda, Jasmine(Cate Blanchett)'in hikayesine günümüz ve geçmiş üzerinden anlatılan paralel kurguyla tanık oluyoruz. New York'da yaşadığı şaşalı hayatın çöküşü üzerinden tabiri caizse deliren Jasmine, kendini yine kendisi gibi evlat edinilmiş kardeşinin yanında, San Fransico'da buluyor ve bu yeni hayatına adapte olmaya çalışıyor. San Fransico'da bir sığıntı olarak başından geçen bir sürü olaya tanıklık ederken geçmişi hakkında da bir sürü şey öğreniyoruz ve hayatındaki bazı kırılma anlarına ortak oluyor, sebeplerini öğreniyoruz. Derken film bitiyor. Karşımızda bir başarı hikayesi yok tabii ki, varoluşsal bir yolculuk bu hayatın kendisi gibi. Ve vardığı yer de o kadar iç açıcı değil. Filmden çıktığımda bir saat kendime gelemediğimi belirteyim.

Woody Allen'ın izlediğim bütün filmlerinden ayrı olarak önümüzde çok ağır bir karakter draması var. Bunda hikayenin gidişatı da etkili fakat asıl büyük payı Cate Blanchett'ın oyunculuğu alıyor. Yeraldığı her sahneyi tabiri caizse gerçeğe taşıyan oyunculuğu sayesinde C. B., kendi başına da bir karakter yaratıp onu bizim için bir buçuk saatliğine gerçeğe dönüştürüyor. Allen sinemasında olağan karşılanan absürd ve sürreale yakın tesadüfler ve Allen'ın alışılagelmiş mizah anlayışı bu filmde kendisini pek göstermiyor. Karakterlerine her zaman biraz aşağıdan bakan, anlattığı her duygu ve olayla dalgasını geçen yönetmenimiz bu filminde biraz ağır takılmış. Arada iki kahkaha atacağınız hafif bir hikayesi ve anlatımı yok filmin.

Yüreğinize oturuyor diyim.

Jasmine içinde bulunduğu gerçekliği daima kendi yarattığı ilüzyonlar üzerinden tanımlayıp kendini kandırmaya meyilli bir karakter. İsmini Jeanine'den Jasmine'e çevirmesi boşuna değil, kendini ve çevresindekileri inandırmaya çalıştığı paralel gerçekliğin temeli burada yatıyor aslında. Evli olduğu dönemde kocasının(Alec Baldwin) onu aldattığını ya da başka insanların paralarını ve hayallerini suitimal ederek ve kullanarak zengin oluşunu görmezden geliyor. Yanılsamaları üzerinden kendini devamlı olmak istediği insan olarak görebiliyor, bunu başarabildiği kadar mutlu. Hakikatlerin üzerinde yarattığı basıkıyı işe yaramasa da kullanmaya devam ettiği Xanax ve içtiği tonla içkiyle azaltmaya çalışsa da çok başarılı olduğu söylenemez.

Kardeşinin yanına taşındığında, O'nun da hayatını bu ilüzyonlarla etkilemeye başlıyor. Kendi yarattığı yapay gerçekliğin ve kendine verdiği yapay değerin üzerinden oluşturduğu tahakkümü kardeşi üzerinde de etkili oluyor. Jasmine'le tamamen zıt bir karakterde olan Ginger(Sally Hawkins) iki çocuklu dul bir kadın. Eski kocasıyla ayrılmasına da bir yerde Hal(Alec Baldwin), Jasmine'in kocası sebep olmuş. Yeni erkek arkadaşı da eski kocasıyla çok yakın karakterde, kendisi gibi kıt kanaat geçinen, alt tabakadan gelen Augie(Andrew Dice Clay) ile de mutlu mesut bir hayatları var. Tabii ki gelişen hikayede bu ilişki de Jasmine üzerinden etkileniyor ve kendilerini bir partide bulduklarında Ginger, Al(Louis C.K.) ile tanışıyor ve bu sayede o da kardeşi gibi bir yanılsama üzerinden paralel gerçekliğe adım atıyor. Augie ile ilişkisi yapıbozuma uğruyor. Jasmine de partide tanıştığı bir politikacı olan Dwight(Peter Sarsgaard) ile bir ilişkiye başlıyor, tamamen kendi kurguladığı bir karakter olarak kendini sunarak, içinde bulunduğu sarmalı devam ettiriyor. Filmin sonuna geldiğimizde bütün bu yanılsamalara sebep veren aynalar kırılıp perdeler iniyor elbette. Hikaye zaten bize bir mutlu son vaadinde bulunmuyor.

Cate Blanchett, bizi kendisinin Jasmine olduğuna inandırırken o kadar iyi bir oyunculuk sergiliyor ki, yer yer gerçeğe tanık olduğunuzu düşünebilirsiniz. Bu aynı zamanda bir kaç katmanlı bir oyunculuk, Jasmine'in gerçekliği kadar, karakterin kendini inandırdığı gerçekliğe de Jasmine üzerinden inanıyoruz. Çok uzun zamandır bu kadar iyi bir oyunculuk görmemiştim. Bir insan nasıl delirir? Ya da delilik nasıl bir şey diye düşündüğümde aklıma bu oyunculuğun geleceğinden eminim artık. Hayatımda da tanık olduğum bazı insanların bazı hallerine selam eden, bu delilik tanımını dolduran performans doğal olarak Akademi tarafından da ödüllendirildi. 

Yan rollerde Alec Baldwin, büyük ihtimalle gerçek hayatında da olduğu gibi adi bir adamı canlandırıyor ve bunda çok başarılı. Ginger rolünde Sally Hawkins de hatrı sayılır bir oyunculuk sergiliyor. Ama bu iki karakterden çok daha göze batan Augie, Andrew Dice Clay sağolsun kanlı canlı bir gerçekliğe sahip. Andrew kardeşimizin yeralacaığı yapımları takibe almak gerek diye düşünüyorum. Louis C. K., Al'ı perdeye taşırken pek kasmamış, zaten bana kalırsa iyi bir oyuncu da değildir. Yine de kendisini görmek güzel.

Mavi Yasemin, bu etmenler üzerinden çok başarılı bir psikolojik gerilim olarak tanımlanabilir. Ve yapıt üzerinden kendi hayatımıza baktığımızda gerçekte kim olduğumuzu ve zaman zaman her şeyi katlanılabilir kılmak için üstlendiğimiz roller, kendimizi kandırdırdığımız yalanlar, görmezden geldiğimiz gerçekler için kafa yorabiliriz bana kalırsa. Bu açıdan bakıldığında film izleyici için bir doğru ayna görevi de görüyor. 

Sırf bunun için bu filmi ne yapıp edip izlemenizi rica ediyorum.

Naçizane puanım; 8/10

Neden izlenmeli? Yazıyı okumayanlar için, Cate Blanchett

Bu filmleri izleyenlerin ilgisini çekebilir; Matchpoint, A Streetcar Named Desire

Evde izlenir mi? Tabii ki, zaten başka şansınız kalmadı sanırım.  







Monday, February 24, 2014

Sadece Aşıklar Hayatta Kalır(Only Lovers Left Alive)





Buzparmak hala var mı yahu?









Amerikan bağımsız sinemasının en "cool" ve bilindik yönetmenlerinden Jim Jarmusch, vampir mitinden beslenen kendi yazıp yönettiği son filmi Sadece Aşıklar Hayatta Kalır'la canım ülkemin salonlarına bir kez daha teşrif ediyor.

Başka Sinema adlı oluşum sağolsun, bu denemenin de konusu olan bu bağımsız sinema örneği gibi, vizyonda seyirci çekmeyeceği düşünüleceği için gösterime giremeyen yapımlar, ülkenin bir kaç şehrinde gösterime girip seyirciyle buluşabiliyor. Kendilerine ait bir linki de paylaşıyorum, gidin bir bakın bakalım.

https://www.facebook.com/baskasinema

Filmi çok yakın bir arkadaşımla tesadüfen izleme şerefine nail olduğumu belirteyim, hayat bazen böyle sağ gösterip sol vurabiliyor. Beyoğlu Pera'da, küçücük bir salonda full gişe yapmış bir Perşembe akşamı seansında, bütün salon bu Jim Jarmusch güzellemesine tanık olduk.

S.A.H.K., Detroit ve Tanca'da geçen bir aşk hikayesi. Hikayemizin kahramanları kelimenin tam anlamıyla ezelden beri beraber olan Adam ve Eve adlı iki 40'larının ortasında(en azından öyle görünüyorlar.yken lanetlenmiş vampir. Biri Detroit(Adam), diğeri Tanca(Eve)'de yaşam(!)larını sürdürürken Adam'ın haline acıyan Eve kalkıp Detroit'e geliyor. Sonra başlarından bir kaç olay geçiyor, filmimiz bitiyor. "Vampire Diaries"'in, izleyenler bilir,  mevzubahis dizinin 5 dakikasında olan biten ekşını 2 saate yayan yapım, izleyiciye durağan ve doğrusal bir hikaye sunuyor.

Açılış sekansından tabiri caizse "garip" bir şeyle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. İki baş karakterin üzerlerinde dönen kamera, bir plağın pikap üzerinde oynayışıyla bütünleşirken yavaşça karakterlerimizi tanıyoruz. Bu iki, hepimizden çok "insani" vampir, evlerinden dışarı çıkıp bizim gibi binbir çileyle, kredi kartlarıyla, sıralarla, torbalarla uğraştığımız gibi mücadele verip besinlerine kavuşuyorlar.Yaşantılarına hepimiz gibi devam ediyorlar aslında, anlatılan hikayede geçen diyaloglar ve olan biten o kadar doğal ilerliyor ki, bu sakin akıcılığın içinde kayboluyoruz adeta. Arkada çalan müzik, Josef Van Wissem imzası taşıyor ve hipnotize edici bir etkisi var. Müziğin yapımdaki yeri, Adam'ın da bir müzisyen olmasıyla hikayeyi güçlendiriyor. OST'yi de özellikle tavsiye ediyorum bu arada.

Görüp geçirdiği her şey olmasa da büyük bir kısmına, geçip giden zamana karşı tutunulacak bir dal olarak yaklaşan, geçmişe sımsıkı bağlı Adam, etrafta kimsenin yaşamadığı, terkedilmiş bir semtte oturup kelimenin tam anlamıyla "bayıyor." Bu baygınlığı müziğine yansıtıyor ve meşhur olmasına ramak kalmış, istediklerini yaptırdığı, sırrını bilmeyen insan arkadaşı sayesinde müzik piyasasında tanınıyor. İnsanlardan kaçarken, sanatçılığın ve sanatın en büyük çelişkilerinden olan, yapıtın başkasına mal olması yüzünden çaresiz bir şekilde durduğu yerde kıvranıyor ve kendini öldürmeyi kafasına koymuş durumda. Bu bedbaht depresyonun farkına varan Eve, huzur içinde takıldığı Tanca'dan kalkıp yanına geliyor aşkının ve onu vazgeçiriyor, hem de kim bilir kaçıncı kez! Sonrasında Eve'in kardeşi de yanlarına geliyor, derken başka bir sürü hikayeyi sona erdirecek olayla karşılaşıyoruz, Tanca'ya beraber dönmek zorunda kalıyorlar. Derken film bitiyor.

Tom Hiddleston ve Tilda Swinton başrollerde berbat oyunculuklar sergiliyorlar ne yazık ki. İkisinden de ayrı ayrı irrite olarak 2 saatim geçti. Belki bu kadar tanınımış iki yüz bu kadar naif bir hikayeye fazla geldi, belki de gerçekten ikisi de gerçekten kötü oyunculardır, bilemiyorum. Bir ikili olarak da kimyaları yine bu kötü oyunculuk yüzünden fena değil. Yan roldeki Jon Hurt ise hikayeye katkı sağlamayan başka bir vampiri canlandırıyor, eh ne diyim fena iş çıkartmamış. Eve'in kardeşi(!) Ava'yı canlandıran Mia Wasikowska ise en duru ve iyi oyunculuğu sergiliyor bana kalırsa, filme canlılık getirdiğini söyleyebilirim.

Yönetmenimiz, derdini maalesef bu oyuncuların kişisel performanslarına dayandırarak anlattığı hikayede, insanlık tarihinden ve karakterlerin bu hikayedeki rollerinden dem vururken, insanın kendisi ve varoluşunun anlamsızlığından bahsediyor, mesaj kaygısı taşımadan tüketim toplumunu eleştiriyor, biz insanlara yitip giden hayatlarımızın ne kadar anlamsız olduğunu gösteriyor. Bunu yaparken aşkı yüceltmesi, bir ikiliye odaklanması ise amacına ters düşmüyor, sadece aşkın geçen zamanı yaşanır kıldığına parmak basarken belki siz de benim gibi kendi hayatına tanık olan, onun hayatına tanık olduğunuz o elmanın diğer yarısını arayacak ve hayıflanacaksınız, bilemiyorum.
   
Film gerçekten Detroit ve Tanca'da çekildiği için bu iki şehrin ambiyansı asılsı bir katkıda bulunuyor hikayeye. Özellikle Tanca sahneleri çok etkileyici bana kalırsa, başka bir dünyada buluyorsunuz kendinizi. Buralara Tanca hakkında bir şeyler yazmayı çok isterdim ama merak edenleriniz gider araştırır isterse diye tutuyorum kendimi, sadece büyülü bir yer diyim. Ve film bu büyüyü bize yansıtmayı başarmış.

Sadede gelirsem, sadece sinemada, o güzelim anfilerden gelen müziğin yarattığı atmosfer ve geçtiği şehirlerin karanlığını ifade eden görüntü yönetimiyle izlenebilir olan bir film bu. Ve kesinlikle bir "Twilight" benzeri bayağılığı yok, eğlenceli ve sürükleyici olduğunu da öne süremem ama çıktıktan sonra izleyiciyi düşünmeye, sorgulamaya iten bir yapısı var. Bu yüzden tavsiyem gidin sinemada izleyin, sonra da benim yaptığımı yapın ve OST'yi dinleyin, pişman olmayacaksınız.

Naçizane puanım; 6.66/10

Evde izlenir mi? Kanepede uyuklamak istiyorsanız.

Neden izlenmeli? Müzik ve Tanca.

Bu filmleri sevenler izlesin; Interview with the Vampire, Stranger Than Paradise


Sunday, February 16, 2014

Aşk (Her)







                             
                       Bakışına kurban.








Siri, IOS6 ile beraber tanıtılıp Iphone 4S ile kullanıcı ile buluşalı 3 yılı geçti diye hatırlıyorum.Diğer Apple uygulamaları ve cihazları gibi, varolan ve o kadar iyi çalışmayan bir teknolojinin aynı markanın diğer ürünleri gibi kullanıcıya uyumlu ve doğru düzgün bir şekilde çalışan mükemmele yakın haliydi. 

Aradan geçen zaman zarfında Siri'den ne kadar faydalanılabileceği üzerine çok şey yazıldı çizildi. Sesli komut sisteminden daha çok bir asistan olarak da görebiliriz kendisini, muhabbet falan edebiliyorsunuz az da olsa. 

İltifat ettiinizde alçakgönüllü, küfür ettiğinizde mesafeli olabilen bu kadın sesinin, uygulamanın, 01010010101010'in geliştirilip bir canlı gibi davranabildiğinde başımıza neler gelebileceğini kafasına takmış olan Spike Jonze'da son yılların belki de en dokunaklı ve "brainy" filmiyle konu hakkında öngörülerini bizimle paylaşmış.

Her, her(!) nedense 'Aşk' olarak çevrilip ülkemizde sevgililer gününde gösterime girdi. Afişine aldanıp o gün sinemaya giden mutlu(?) aşıkların suratında nasıl patladığını düşünmek istemiyorum. Sakın yanlış anlamayın, bu mükemmel bir film, sadece biraz kafa yormanız gerekiyor içine girebilmeniz için.

Dayanamayarak naçizane puanımı açıklıyorum; 10/10

Spike Jonze'un sineması her zaman izleyiciye biraz mesafeli yaklaşmıştır. Anlaması ve içine girilmesi o kadar da kolay olmayan, deli işi filmler çekmiş bir yönetmenden bahsediyoruz sonuçta. Nicholas Cage, Adaptation'dan sonra bir daha kendisiyle çalışmayacağını, adamın deli olduğunu dile getirdiğinde Being John Malkovich'i izlemiş olanlarımız hiç şaşırmadık zaten. Bu iki filmi de izlememiş olanlarınız varsa; "Shame on you!", yönetmenin en iyi çalışmalarından ikisidir.

Her, bu iki filmden biraz farklı bir yerde duruyor. Predikte edebileceğimiz yakın bir gelecekte, klavyesiz bilgisayarların ve kemersiz yüksek belli pantolonların dünyasında geçen film, aşırı gelişmiş ve kendine ait bir hafızası ve yapısı olan, öğrenebilen Siri'sine aşık olan bir adamı ve bu konuda onu yalnız bırakmayan toplumu anlatıyor.Aynı bahsi geçen uygulama gibi kullanıcı/izleyici dostu bir yapıya sahip olan film,  diğer Spike Jonze işlerinden bu sayede ayrılıyor.

İnsanın, kendi türünden başka bir canlının elinden çıkan bir işletim sistemine olan aşkını anlatan hikayesi sizi aldatmasın, bu aslında bir bilimkurgu filmi değil. Aşk'dan ne kadar çok bahsederse bahsetsin bir romantik komedi de değil. Geleceğin dramatik komedi filmi bu bir yerde bana kalırsa.

Tek derdi sizleri sinemaya gitmeye itmek olan bu bloğun amacı yine filmi anlatmak değil ya, senaryodan daha fazla bahsetmek istemiyorum. 

Oyunculuklara gelirsek, başrolde Joauqin Phoenix mükemmel oynuyor. Film onun gözleriyle açıldığında kendisine aşık oluyoruz ve o masmavi gözlerin yarattığı etki bütün bir film boyunca devam ediyor.  Filmi tek başına götürüyor aktörümüz ve 2 buçuk saat süren bu deneyim kendisi sayesinde göz açıp kapatıncaya kadar geçiyor. Yeni boşanmış ve eski hayatını özleyen,40'larının ortasında her adamın yaşadığı açmazları yaşayıp yeni hayatına alışmaya çabalarken düştüğü durumları o kadar iyi aktarıyor ki bize; karakter için üzülüp ağladığımızda ya da sinir bozukluğundan kahkahayı patlattığımızda, O'nun Theodore olduğuna inanıyoruz.

Yan rollerde Amy Adams hasbel kader iyi bir oyunculuk sergiliyor. Samantha'ya ses veren Scarlett Johansson ise muhteşem. Daha iyisi bir Samantha olamaz diye düşüneceksiniz izlerken eminim. Siri'den çok daha iyi.

Spike Jonze bu hikayede insanın aşk uğrunda düştüğü yalnızlığı içsel bir şekilde anlatıyor. Hikayemin ana teması her ne kadar teknolojinin geldiği ve geleceği noktayla alakalı olsa da bu çok insani ve samimi bir film. Geçmişin, tekrar tekrar kafamızda kurguladığımız bir film olduğuna dikkat çekiyor, hayatlarımızda geride bıraktığımız insanları ve olayları, dönüm noktalarını aklımızda nasıl bir şekilde "The End"'e bağlarsak, o kadar düzgün bir şekilde önümüze bakabileceğimize, ilerleyebileceğimize  dair düşünmemize sebebiyet veriyor.

Uzun süredir, izledikten sonra hem yapıtın kendisi hem de kendi hayatıma bakarak, yaşantım ve geçmişim üzerine tekrar düşünmemi sağlayacak bir film izlememiştim. Derdini bu kadar iyi ifade edebilen bir hikayeyi vizyondayken kaçırmamanızı; Siri, henüz ona karşı olan duygularınıza karşı mesafeliyken de etrafınızdaki kişilerle daha çok etkileşime geçmenizi, kendinizi daha iyi tanımanızı ve her şeyin bir gün geçeceğini bilmenizi istiyorum. Yeni boşanmışlara bu filmi yanında kesici aletlerle izlemesini yasaklıyorum.

Ve son olarak, hayat bu sonuçta, arada gülüp geçmek gerekiyor her şeye. En iyi "Closure" kendimizle yaşadığımız. Bunu unutmayın.

Neden izlenmeli; Tuhaf üçlü sekansı.

Bu filmleri sevenler izlesin; Adaptation, The Master

Evde izlenir mi? Büyük keyifle.

Friday, February 14, 2014

The Wolf Of Wall Street





               
                              İtici pezevenk.








Martin Scorcese ölene kadar Leonardo Di Caprio ile film çekmeye devam edecek sanırım. Her sene illaki bir ortaklıklarına şahit olduğumuz ikili, yine çok meşhur , çok dertli, çok spekülatif bir şahsın hayatını anlatan bir otobiyografi uyarlamasıyla karşımızdalar.

Jordan Belfort adlı oç brokerın kendi vatandaşlarının anasını nasıl bellediğini bir güzel ballandıra ballandıra anlatıp üstüne para kazandığı kitabı The Wolf of Wall Street(bütün D&R'larda en ön rafta bulabilirsiniz)'den uyarlanan senaryosuyla daha yapım aşamasındayken yankı uyandıran yapım, en nihayetinde gösterimde.

Jordan Belfort'un hikayesi kör edici para hırsının, ahlaksızlığın, riyakarlığın, umursamazlığın, ne yaparsam yapayım başıma bir şey gelmeyecek kafasının kitabı. Ve bravo, Martin amca bunu filme çok iyi yansıtmış. Yalnız film uzun abiler.

Geberiyorduk lan. 3 saat çekilecek çile değildi.

Defalarca aday olduğu Oscar'ı bir türlü kazanamamış Di Caprio kardeşimiz, yine gözlerini kısıp kısıp bir şeyler söyleniyor, ne yaparsa yapsın çok yakışıklı ve sevimli olmaktan alıkoyamıyor kendini. Artık aralarında nasıl sapık bir ilişki, bir düzmece ortaklık varsa bilemiyorum ama yolunu Scorcese'den ayırması gerekiyor bence. Daha ne kadar üstü başı düzgün aşırı zengin karakteri canlandırıp 3 saatlik yapımlarda bizi kendinden geçirecek merak ediyorum. Ve, Great Gatsby ile oskara aday olmamasına da şaşırıyorum, izlememiş olanlarınız için, allahınız varsa izleyin, Baz Luhrmann'ın en iyi filmi çok net.
Film o kadar itici iki, anlatamıyorum. Jonah Hill mükemmel oynuyor mesela, bir kaç tane daha böyle şahane oyunculuk çıkartan adamlar var ama oynadıkları karakterler sağolsun, o başarılı oyunculuk filmi de karakterlerini de daha itici kılıyor.

Ben, fakir doğup da dünyaları kazanan insanların hikayelerinde sanırım biraz da ders arıyorum. Hani yaptık bir hata ama döndük gibisinden. Yok ama abi, bu öyle bir hikaye değil. Dünyadaki bütün pisliklere bulaşıp hala sempatik/komik/kabul edilebilir olabileceğini sanan birinin hikayesi bu, filmden çıktığınızda onlarca fahişe yanınızdayken şampanya/koko takılasınız geliyor, anlamsız bir mutsuzlukla. Bayadır bir film beni bu kadar kötü etkilememişti.

Acı itiraf olarak, anlatılanları kara-komedi olarak düşünebildiğinizde  de baya gülüyorsunuz olan bitene. Belki de sinir bozukluğundandır ama bir kaç sahnede andıçla kendimizden geçtik. Yine de değer mi bilemiyorum bu çileye

Açıkçası sinemayı bu kadar seven biri olarak, gitmeyin diyeceğimi hiç düşünmezdim ama gerçekten gitmeden  iki kere düşünmenizi rica ediyorum, malum 3 saatlik film 4 saatlik bir deneyime dönüşüyor reklamlar ve bir sürü şeyle.

Scorcese'nin çektiği her filme büyük beklentiyle gidenleriniz olacaktır, bu film sizler için o kadar da çekilmez olmayabillir, adam kendi kalitesinde bir iş çıkarmış yine. 

Ne diyim, zaten hepiniz izleyeceksiniz, mideniz bulanır başınız ağrırsa ben mesuliyet kabul etmiyorum.

Naçizane puanım; 7/10

Neden izlenmeli? Lemmons effect.

Evde izlenir mi? Bolca bira ve sigarayla.

Bu filmleri sevenler beğenebilir; Scorcese filmleri işte

Wednesday, February 5, 2014

Düzenbaz (American Hustle)










Bigudi bile yakışıyor adama yahu, maaşallah. NAZAR!










Sinemayla pek içli dışlı olmayanlarımızın bile karşısında bir çüş'ü, bir ohannes'i eksik etmeyeceği kadrosu ve  adını önümüzdeki yıllarda da sıkça duyacağımız yönetmeni David O. Russell'ın yepisyeni coşku denemesi American Hustle gösterime gireli 3 hafta oldu. Gidip bir türlü izleyemedim, yazamadım. Güya vizyonun nabzını tutacağım canım bloğum için bir ayıp, utanç.

Kısaca özetlemek gerekirse, daha önce çekmiş olduğu iki filmdeki; "The Fighter" ve "Silver Linings Playbook"'dan bahsediyorum; bütün başrolleri yeni filminde birleştirmeyi başarmış Russell kardeşimiz, kanımca son yıllarda çekilmiş en iyi karakter dramalarından da birine imza atmış. Hala izlememiş olanlarınız varsa elinizi çabuk tutun, zaten çok salonda oynamıyor. Ama gidecekseniz büyük ve iyi ses sistemli bir salonu tercih etmenizi rica ediyorum. Her ne kadar bir Baz Luhrmann filmi olmasa da soundtrack çok başarılı.

Amerikan yolsuzluk ve suç tarihinde yaşanmış gerçek bir olay olan "ABSCAM"'dan, Arap Skandalı'ndan yola çıkılarak yazılmış bir senaryo var önümüzde. Bolca alavere dalavere ve düzenbazlık ve manipülasyon içeren hikayemiz, görüntü yönetimiyle de iyi manada baş döndürüyor. Ama asla yanlış anlamayın, filmin ahlak dersi vermek gibi bir derdi yok. İyi ya da kötü karakterlerin kendi doğrularını birbirine kılıç ve kalkan gibi kuşandığı, bu iyi ve kötünün savaşında erdemin kazandığı bir dönem filmi yok karşımızda. Dokunaklı ve hoş bir kandırmaca sunuyor bize yönetmen sadece, kasılmanıza gerek yok.

David O. Russell'ın derdi aslında skandal falan değil, o her zamanki gibi karakterlerini anlatmaya çalışıyor. Elindeki malzemenin ve oyuncuların kabiliyetleri bazında da başarılı oluyor. Hikayede 4 başrol var gibi gözükse de, açılış sekansında bolca Christian Bale göbeği(gerçek) görsek de bu bana kalırsa Amy Adams'ın filmi. Mükemmel oynuyor kendisi. Man of Steel'deki performansından sonra kendisine mesafeli yaklaşıyordum ama iyi bir yönetmenin elinde yumruk kadar bir elmas gibi parıldıyor bütün film boyunca. Christian Bale yine iyi, o da hakkını veriyor ama Amy Adams oynadığı her sahnede rol çalıyor. Bradley Cooper ise aşırı yakışıklı ve yine aşırı tekdüze. Olmamış diyorum ben ama o maviş gözleriyle bakıp sırıttıkça daha çok paralar kazanır bu adam, kıskanmaktan başka yapacak bir şey yok.

Aslında başrol gibi gözükse de yan rollerden birinde yer alan Jennifer Lawrance ise tam bir fenomen. İlk defa bu kadar iyi bir performans verdiğini düşünüyorum, filmin en eğlenceli bir kaç sahnesinden bazıları da ona ait. En bir sevip benimsediğim stand-up ustalarından ve komedyenlerden biri olan Louis C.K.'de kendine önemli bir rol bulmuş filmde, o da elinden geleni yapmış. Jeremy Renner ise onun yerinde kim oynasa pek farketmezmiş gibi dolanıyor oradan oraya. Ve yine Robert De Niro var, bu sefer bizi germeyi uygun bulmuş, kısa da olsa etkili bir performansı var.

Kast'dan neden mi bu kadar çok bahsettim? E film dialog üzerine kurulu da o yüzden, inandırıcılığı ve kabul edilebilirliği oyuncularının performanslarına bağlı bir film var karşımızda. Ve okuduklarıma göre baya baya improvizasyon içeriyormuş bu diyaloglar ve sahneler, adamlar kafalarına göre takılmışlar. Yönetmen kardeşimiz rolün içine girmiş oyuncularına alanı boş bırakmış genelde, iyi de yapmış.

Hikayeden bahsetmek istemiyorum, zaten izlerken anlamaya da pek uğraşacak haliniz kalmayacak bana kalırsa. Sürükleyici ama acaba şimdi ne olacak aman allahım heyecanı ve merakı pek uyanmıyor, hikaye bir yerde zirve yapıp sonra inişe geçmiyor. Plot twist de var gibi ama onun da öyle bir AMAN ALLAHIM dedirtecek tarafı yok, dediğim gibi kasılmaya gerek yok hikaye konusunda, sadece  karakterler kendilerini ifade edebilsinler diye arka planda seyrediyor zira sadece.

Aslında filmin derdi, herkesin hayatta bir rolü, aktı olduğuna parmak basmak. Daha da iyi anlatmaya çalışırsam, hepimizin hayatta kalabilmek için kendimize biçtiğimiz rolleri, sahneleri ve planları oynamamız gerektiğini, hayatta kalabilmek için bunu devamlı yaptığımızı dile getiriyor.

Hepimiz bir yerde hem kendimizi hem de etrafımızdakileri bir şeyler için kandırmıyor muyuz zaten allah aşkına? Şu satırları yazan ben nasıl şu anda pijamalarımı çekmiş yağlı saçlarımla otururken monitör karşısında böyle ahkam kesiyorsam, bir F.B.I. müfettişi de kafasında bigudilerle mafya-devlet-dolandırıcılar üçgenini ortaya çıkarıp meşhur olmaya, kahraman olmaya çalışıyor gibi düşünün işte, hepimizin ayrı bir mücadelesi var hayatla.

Nasıl oynadığımız ve kimleri kandırabileceğimiz bize bağlı.

Neyse, sadede gelirsem;

İzlerken zaman zaman ağzınıza bol malzemeli ve yağlı bir pizza tadı getirse de, kanıyoruz sonuçta olan bitene. Zekice yazılmış diyaloglar, tekrar ediyorum baş döndüren bir görüntü yönetimi falan derken 2 saat akıp gidiyor. Bu çok eğlenceli bir film, ama eğlenceli olsun diye yapılmamış, kendiliğinden, içten bir espri anlayışı var. İşin güzelliği burada, salondan keyifle ayrılacağınıza eminim.

Daha ne diyim.

Naçizane puanım; 6,5/10

Neden izlenmeli; Amy Adams'ın gözleri, Jennifer ablamızın saçları diyim.

Evde izlenir mi?; Çok iyi gider, kalabalık bir grupla falan.

Bu filmleri sevenler izlesin; Jackie Brown, The Fighter









Friday, January 31, 2014

Bana Şarkılarını Söyle(Inside Llewyn Davis)






Siz yakamayacaksınız ama o içecek, adam raad.









Başlıktan da anlaşılacağı gibi, vizyonda yine sırf adının çevirisinden ötürü seyirci kaybına uğrayacak bir filmle karşı karşıyayız. Çok mu zor "Llewyn Davis'in İçinde" diye yayınlamak şu filmi? Ya da çok daha iyisi işte, siz de bilirsiniz.

Filmimiz 60'ların New York'unda Greenwich Village'da ve türlü güzel NYC semtlerinde geçiyor. Evsiz barksız, bir elinde gitarı, diğer elinde adını bilmediği bir ev kedisiyle o kanepe senin bu kanepe benim dolaşan Llewyn Davis'in hikayesi, Dave Van Ronk adlı bir folk müzisyeninin otobiyografisinden esinlenerek Coen kardeşler tarafından yazılıp yönetilmiş.

Daha afişinden bas bas ne kadar ekol olduğunu bağıran yapım, beklentilerinizi boşa çıkarmayacak, şimdiden notumuzu düşelim, şu yazının yazıldığı günlerde bile çok az sayıda salonda oynamaya devam ediyorken bir fırsat bulun gidin sinemada izleyin derim.

Sinemaya karşı olan sevginizi gösterin arkadaşım, zaten Beyoğlu sinemasında izledim ben de, Cinemaximum soğukluğu yok oynadığı salonlarda genel olarak.

Coen'lerin sinemasına ne kadar aşina olduğunuzu bilemem ama, eğer bu izlediğiniz ilk Coen yapımı ise çok şanslısınız, çünkü artık nadiren bu kadar iyi filmler çekiyorlar ve en nihayetinde George Clooney olmadan da film çekebileceklerini hatırlamışlar; karşımızda bu sefer benim pek bir yerden tanımadığım, zaten pek de kariyerli olmayan Oscar Isaac var. Fena oynamıyor. Bir aktörü ilk başrölünde görmenin de öngörüsüzlüğü bize yardımcı oluyor bu sayede, kendisi daha ilk sahneden itibaren Llewyn'e dönüşüyor.

Llewyn arkadaşlarının, tanıdıklarının, bazen de yeni tanıştığı insanların evlerinde kalan, oradan oraya gezen, akşamları da Village'ın o zamanlar için meşhur sahnelerinden The Gaslight'da sahne alan bir müzisyen. Önceleri bir de sahne partneri varmış, olmuş çocuğa bir şeyler işte, gidin izleyin, yalnız kalmış. Bunun verdiği acıyla yaşıyor. Hayatlarında kimseye bağlanmadan yaşayan, karakterli ve duygusal ama pek öyle gözükmeyen, ne halt yese yeridir diyip de asla yanınızdan ayıramayacağınız çocuk ruhlu insanlarla belki sizler de tanışmış, kaynaşmışsınızdır, belki de onlardan biri olabilirsiniz. Bu film biraz da o şekil insanları anlatıyor. Hayatının bir kısmını başkalarının evinde geçirmiş biri olarak aklıma o güzel günleri getirmesi dışında karakterle o kadar da güçlü bir bağ kurduğumu söyleyemem. Zaten Coen'ler de karakteri sempatik olsun diye değil, insan olsun diye çizmişler perdeye yansıtmışlar. Bu yüzden onlara da aferin diyoruz bir daha.

Film aslında bir müzikal olarak da izlenebilir bir bakıma, baya konser sahnesi falan var.OST'nin ve genel olarak filmdeki müzikal yapının bu tarz müziğe uzak duran beni bile cezbetmiş olması; yapımın genel müzik zevkine hitab ederken yine de duruşu olan bir şekilde amerikan folk müziğini ve ruhunu perdeye ve kulaklarımıza yansttığına bir örnek olabilir.

Llewyn'in hayatından bir haftayı anlatan filmde, karakterimizin hayata nasıl inatla tutunmak istemediğini izliyoruz. Bu bir haftalık süreci doğrusal bir şekilde anlatan hikaye, bize hem karakteri hem de çevresinde olan biten olayları, karşılaştığı insanları samimi ve akıcı bir şekilde betimliyor. Bir tane bile zorlama çekilmiş sahne,  manasız diyalog yok, öyle güzel akıyor ve ilerliyor ki hikaye; bazen çok güzel tablolara bakar gibi de oluyorsunuz, bazen de kendinizi The Gaslight'da oturuyormuş gibi hissediyorsunuz. Llewyn kendisini ve bizi sürüklerken yorulmuyoruz, heyecanlanmıyoruz, sakiniz. Bu sakinlik hali bazılarınızın canını sıkabilir aslında. Ama hayatın da kendisi biraz böyle değil midir? İlla her şeyin bir başı gelişmesi ve sonucu olacak değil ya, bu da öyle raad bir film işte.

Kast'ın geri kalanından bahsedersek; Coen filmi olduğu için illa bir Coen fetiş oyuncusu olacak ya işte, John Goodman filmde arz-ı endam ediyor ve en eğlenceli sahneler de ona ait. Öyle abartılı bir performansı yok, göz çıkarmadan oynamış kendisi. Justin Timberlake'i afişte görüp de korkmayın, gayet  güzel oynuyor. Hatta yanımdaki arkadaşım tanıyamadı bile kendisini film esnasında. Girls dizisinden tanıdığımız bir-iki karakter de var, spoiler olmasın ama çok başarılı sahneleri var.

Hikaye adına daha fazla yazmak ve sürprizleri bozmak yerine yazımı çok samimi bir tavsiyeyle bitiriyorum. Lütfen sinemaya girmeden önce eğer kullanıyorsanız sigaranızı bir güzel için öyle girin. Film size sigara yaktırmak için çok uğraşıyor, salonda yasak böyle şeyler işte. N'aparsın.


Naçizane puanım; 7/10

Evde izlenir mi?; Bir paket sigara bitirir ama bir güzel de izlenir.

Bu filmleri sevenlere tavsiyedir; Fargo, A Love Song for Bobby Long,

Neden izlemelisiniz? Ullyses için.

Wednesday, January 22, 2014

Saving Mr. Banks




Anlaşılır tiksinti sebebi; Tom Hanks.







Marvel'ı satın aldığında, ya da yeni Star Wars'u çekeceği açıklandığında Disney'e ne de güzel saydırdık değil mi? 20'li yaşların başlarındaki 80 doğumlu kuşak ister istemez Disney düşmanıdır zaten biraz. Bize eve yeni giren renkli televizyondan fışkıran o şirin şahane şatafatlı hayat, beyazperde de izlediğimiz bir Aslan Kral, bir Alaaddin olsun gözümüzü büyülemiş, aklımızı yerinden oynatmış ve gerçekten ağlatmıştır, yalan yok. Ama sonra hayatın gerçekleri de soğuk su gibi yüzümüze çarpınca kendimize gelmiş ve bütün o hayalleri ve absürd iyimserliği, o ex kafasında coşkulu rüya alemi vaatleri hayalkırıklığına dönüşünce Disney'i suçlamışızdır.

Haksız da sayılmayız. Kimse o kadar mutlu değil.

Saving Mr. Banks benim açımdan Disney'in bu varolan iticiliğine, Tom Hanks'in Walt Disney karakterindeki varlığıyla iticilikte yeni bir sığır açıyor. Tom Hanks'in bas bas "Ben Tom Hanks'im!" diye bağırdığı yeni bir filme karşı karşıyayız. Allahtan o kadar da çok yer kaplamıyor filmde.

Saving Mr. Banks'i anlatmak zor. Marry Poppins'i bilen var mı aranızda? Hem bir çocuk romanı serisi, hem de çok meşhur bir Disney müzikal-filmi. Hemi de live action, oscarlı falan. Ayrıca yine çok meşhur bir müzikal, Londra'da ve Broadway'de sahnelenmiş. Meşhur'un tanımı anasını satayım.

Saving Mr Banks'i; buu Marry Poppins coşkusuna hayatında bir köşesinden kenarından maruz kalmış olanlarınız için değil, bunların hiç birini deneyimlememiş kendim için, yine ne yazık ki sıfır ön bilgi ve yargıyla ülkemizde gösteriminin bir kaç hafta öncesinde izleme şerefine eriştim.

Buradan sonrasını okuyamam çok işim var diyenler için, film güzel gidin izleyin.

Biraz konudan bahsedelim;

Saving Mr Banks; yarattığı karakteri para karşılığında Walt Disney'e satmamaya çalışan Pamela Travers(şahane Emma Thompson)'ın hikayesini anlatıyor. Gerçek hikayeden alınma senaryo anlayacağınız. Kim bilir hakikati nasıl? Benim pek umrum değil, derdimiz film nasılsa değil mi ama?

Miss Travers; kendisini neden böyle tanıttığımı filmi izlerseniz anlayacaksanız, 20 yıl boyunca Mary Poppins'in haklarını Walt Disney'e satmıyor. Sonra parası bitiyor eh diyor tamam, benim iznim ve tam kontrolüm altında film çekilebilir. Atlıyor uçağa Londra'dan Kaliforniya'ya gidiyor, türlü çilelerle Mary Poppins'in senaryosu yazılıyor büyük ızdıraplarla.

Film paralel kurguyla küçük bir kızın yaşadığı türlü çileleri, aslında biraz dikkat edersek hemen anlayacağımız gibi Miss Travers'ın çocukluğunu anlatıyor. Bu kurguyla, Mary Poppins karakterinin hikayesi film ilerledikçe örtüşüyor. Çileli çocukluk anlatısında Colin Farrell devreye giriyor, ve izleyince siz de şaşıracaksınız eminim, çok iyi oynuyor. İrlandalı aksanını kullanımı çok yerinde diyim. Çocuk oyuncu da fena değil, baya iyi aslında.

Emma Thompson, Pamela Travers rolünde hayatımda izlediğim en iyi oyunculuklardan birini sergiliyor. Tom Hanks'in karşısında kendiliğinden oluşan kontrasttan da kaynaklanıyor olabilir, zira Tom Hanks zaten itiraf edelim artık hepimizin gözünde antipatik olan Walt Disney rolünde daha da antipatikleşiyor. Yan rollerde göz dolduran bir kast var. Tek tek isimlerini herkes verir, ama Paul Giamatti var işte, yine aynı rolü yapıyor. Ben yine kanmadım, siz kanar mısınız bilmem. Bence Paul Giamatti amerikan sinemasının fat guilt'i bu arada. Hani şişman, kel ve mal da olsa biz yine oynatırız abi kafasının, biz evinde oturup cips yiyen kola içen dobişlerin umudu olsun diye yer alıyor bu camiada
bana kalırsa.

Neyse.

Şimdi, hem sinemayı, hem de müzikalleri; her ne kadar müzikalde çok deneyimli olmasam da,  seven biri olarak filmin bütün bu film yapım aşamasına,  yapıtın yazarı, senaristi açısından yaklaşmaya çalışması ve Emma Thompson'un mükemmel oyunculuğu beni çok etkiledi. Özellikle kendi yarattığı karakterin ve hikayenin beyazperdedeki yansımasını izlerken bize verdiği ifadeler sonrasında hiç de utanmadan dakikalarca ağladığımı belirteyim.

Emma Thompson yazarları oynasın biz de izleyelim diyorum hatta, Stranger Than Fiction'dan sonra yine harika bir yazar portresi çiziyor.

Filmi izlerken, bu satırların sizlerle buluştuğu anda sahip olduğu o farklı gerçekliğin, yazılan ve yaratılan şey  bir karakter olduğunda onu yaratan kişi için ne kadar farklı bir değere bürünebildiğini düşündüm. Sonrasında insanın sadece kendi yaşadıklarından esinlenerek yaratabileceklerinin, ideasındaki yansımaların ne kadar basit nedenlere ve olaylara dayansa da aslında bir o kadar da sıradışı olabileceğini anladım.

Walt Disney konusuna gerçekten girmek istemiyorum. Ama illa gireceksem, beni pek etkilemedi hikayenin kendisini kapsayan kısmı. Tamam Tom Hanks'le çok kişisel dertlerim var, ama onu da bir kenara bırakalım, gerçekten ne Disneyland, ne de Mickey Mouse artık kime çekici geliyor ki?

Ama biri götürse de deli  gibi coşarım o ayrı. Houston'da mıydı yahu?

Toparlarsak, bu filmi içindeki çocuğa uzanmaya çalışan samimiyetsiz yuppielere, ki kendimde beyaz gömlekle falan izledim de, sonuçta galadaydım yani, değil, yaratıcılığını travmalarına borçlu olanlara tavsiye ediyorum. Baya kalabalığız zaten.

Ayrıca Kaliforniya'nın bilinçaltınıza açılan bir kurt deliği olabileceğini görebilmek için de bu filmi izlemenizi çok istiyorum.

Size yalvarıyorum.

Naçizane puanım; 6/10

Bu filmleri beğendiyseniz bi şans verin; Finding Neverland, Mary Poppins

Evde izlenir mi?; İzlenir de, gidin sinemada izleyin.

Neden izlenmeli; Hala anlamadıysanız, Emma Thompson.



Sunday, January 19, 2014

Body Double

2000'lerden bir yazım; illa da sinema deneyimi mi olsun yahu ama değil mi?






Gribal enfeksiyon, bir ızdırap... Oturduğun yerde, alnında ıslak bir havluyla kalakalmak... Ve yeniden nefes alabilmeyi umarak defalarca sümkürmek, aksırmak...

Geçen haftamın ilk 2-3 günü böyle geçti. Bol bol portakal-greyfurt suyu içip uyudum. Boşa geçen zamanı, sağolsun Baykal'la divx izleyerek değerlendirdik kimi zaman. Monitör başında sinema keyfinin varlığı, eğer yerinizden kalkacak haliniz yoksa, büyük bir önem kazanıyor. Yoksa kat-i suretle oturmam monitör başına, paşa paşa veririm paramı, giderim sinema salonuna.

Neyse, evdeydim ve Özgür yeni indirdiği filmleri düzenliyordu, arada Dvd'de izliyorduk ama Emule listesine yeni filmler de eklemişti, onlara da sıra gelecekti. 

Ve Salı günü akşamı Özgür bombayı patlattı! Body Double. A film by Brian De Palma. 

Brian De Palma, hepimizin aklında Scarface yeniden çevrimi ile hatırlanan bir yönetmen. Çektiği son filmlerde performansı zamanla düşse de, onun sineması benim gözümde çekiciliğini yitirmedi hala. Bu yüzden geçen yıl Gençay'ı kolundan tutup Black Dahlia'ya sokmuştum. Film idare ederdi, hatırlayanlarınız, izlemiş olanlarınız varsa.

Nitekim Body Double'ı izlemeye başladık. Açılış sahnesinden barındırdığı mizahın rengini belli eden film, usturubunu bozmadan, iyi çekilmiş bir Brian De Palma filmi gibi devam etti ve yaklaşık 2 saat içinde sona erdi. Filmin başında yediğimiz pizzalar sağolsun biraz sancılı bir seyir oldu ama olsun. 

BD, bir rontçunun hikayesini anlatıyor. Bildiğin röntgen. Filmin önemli bir bölümünde de zaten biz de rontçunun gözlerinden izliyoruz herşeyi, biz de rontluyoruz. Neyse ki Melanıe Griffith'i rontluyoruz da, içimiz rahat. Brian De Palma'nın daha ilk uzun metrajı Hi Mom!'dan beri vazgeçemediği bir tutkudur röntgencilik. Ve O, bunu büyük bir tiitzlikle yapar. Karakterleri perdede birbirini kovalar ya da takip ederken, ortadaki gizeme sizi de çok hızlı bir şekilde dahil eder ve kendinizi filmin içinde bulursunuz. O'nun filmlerini bir zamanlar bu kadar çekici kılan nokta da budur. BD' da zaten direkt bunun üzerine kurulu bir film. 

Filmimiz 80'ler de Hollywood, LA'de geçiyor ve  ortada ziyadesiyle erotik bir gizem mevcut. Mevzubahis  gizemi çözmeye çalışan karakterimiz, başarısız bir aktör. Daha filmin başında kız arkadaşının kendisini aldattığına tanık oluyor(grrreeyt siin!).. Sonrasında kendisine kalacak bir yer ararken, son zamanlarda tanıştığı bir adamın arkadaşının evinde kalmaya başlıyor. Burası adeta bir cennet. Dönen su yatağı mı istersiniz, deri koltuklar mı, jakuzi mi? Yoksa karşıdaki eve bakan bir teleskop mu? Her geceyarısı, sadece size özel bir erotik dans, hem de teleskobunuzun diğer ucunda! Kahramanımız tabi ki içinde bulunduğu durumun bedelini zamanla ödüyor ve hayatı darmaduman oluyor. Olan biten esnasında ise izleyici geriliyor,sırıtıyor, ama en çok meraklanıyor. Izlemeyenler darılmasın diye konu hakkında daha fazla bilgi vermek istemiyorum, tadı kaçmasın.

De Palma'nın sineması, Hitchcock'un sinemasından bolca beslenir. BD'da da yönetmenimiz yine ustasından esinlenmiş ve O'nun Vertigo'suna sağlam bi gönderme yapmış. Kendi yapıtlarına da dokundurmadan edememiş tabi ki. Her filminde yaptığı gibi. Bu tam anlamıyla bir De Palma deneyimi! Ront, kes-yapıştır sahneler(Hitchcock filmlerinden tabi ki), eksik olmaz bir gizem, güzel kadınlar, frontal nudity! 

Düşündüm de, o kadar da fena olmamış hastalandığım. Yoksa hayatta oturup bu yazıyı yazacak konuma gelemezdim. Yazı da fena olmadı, filme yakışmadı ama, olsun. 

Body Double, bedava
Dominos Pizza, 26.90 YTL
Melanie Griffith'in ikizleri, paha biçilemez!



Friday, January 10, 2014

The Secret Life of Walter Mitty

   





              Samimi şirin.








Ben Stiller'ın sinema macerası, Walter Mitty'nin Gizli Yaşamı ile devam ediyor. Bu sefer filmi kendi çekmiş hem. İyi de yapmış. Canım bloğumun ilk iyi filmi.

Bir kitap uyarlaması olan yapım, daha önce de beyazperdeye uyarlanmış. Ne kitabı okudum ne de önceden çekilmiş filmleri izledim, dan diye filme gittim.

Filmi izleyeceklere ve bu yazının muhattaplarına bir kaç not düşmek istiyorum.

- Olay kitap değil, yani öyle edebi bir anlatım beklemeyin filmden. Film direkt Ben Stiller filmi. Ben yaptım oldu filmi.

- Ben Stiller sevmeyen izlemeyebilir. Ama bu adamı sevmeyeni de anlamak mümkün değil. Babasını sevmeyeni sopayla döverim. Babası kim demeyin Seinfeld izleyin,

- Seinfeld de izlemediyseniz burada işiniz ne? Neyse.

Filmin açılış sahneside  baş karakterimizi sıradan, düzenli bir odada, masa başında hesap yaparken görüyoruz. Parasını denkleştirmeye çalışıyor bir şeyler için falan. Sonra da bir date sitesine giriyor ve hoşlandığı kızın profiline bakıyor. Buraya kadar her şey normal Hepimiz hayatımızın bir döneminde bu durumlara düştük değil mi?

Tek derdi hayallerindeki kızla birlikte olmak zannediyoruz. Aman diyoruz of diyoruz. Ben dedim. Sonra film başlıyor gerçekten. Buralarda bir Stranger Than Fiction havası alıyoruz hafiften. Ama film New York'da geçiyor. O yüzden pek hava alamıyoruz aslında. New York'un ben...

Scrubs izlemiş olan var mı? Gündüz düşü sekansı desem kim anlar? Ya da High Fidelity'nin Championship Vinyl'da geçen yüzleşme sahnesini kim izledi? Nasıl anlatsam ki? Filmin ortalarına kadar bolca gündüz düşü sahnesi izliyoruz. Filme adını veren "Gizli Yaşam" mıymıyının sebebi bu. Ben Stiller, bolca dalıp gidiyor, o arada kafasından kah basmakalıp ekşın sahneleri, kah yine bayık romantik sahneler geçiyor. O arada hiç bir şeyi duymuyor falan.  Bunun sebebi, ömrü billah aman anam bacım aç kalmasın diye çalışmış olması, babasını erken yaşta kaybettikten sonra bir pizzacıda çalışmaya başlamış, gerisi gelmiş. Adamın kafa hep bir yerlerde bu yüzden. Dalıp gidiyor.

Zar zor işe gidiyor, daha filmin başındayız bu arada. İşi de benim açımdan çok önemli. Karakterimiz, çoh meşhur aman ne büyük bir dergide, fotoğraf negatiflerini resmediyor, sonra o fotolar kapak oluyor gibi şeyler. Baya demode bir iş yani. Aramızda fotoğraf bastıran kaldı mı lan? Hipster mısınız olm bu saatten sonra kim gidecek Sirkeci'ye di mi? Tabii öyle de, yine de bir kaç agrandizör görmek iyi geliyor filmde, bana iyi geldi en azından.

Sonra öğreniyoruz ki çalıştığı dergiyi kapatıyorlar, onlayn olacakmış dergi. Valla ben hiç üzülmedim. Şimdi adını vermiyim ama o aman ne önemli dergi de o kadar önemli değil. Ki film bir yerde bu derginin, dergiciliğin de çok güzel reklamını yapıyor. Neyse, meğersem işte mükemmel bir fotoğrafçı varmış, bizim adamla çok iyi anlaşıyorlarmış da, aman yesinler. İşte bu artiz fotocu son çektiği negatifleri yolluyor, diyor ki bir tanesi aman çok önemli, bunu son kapak yapın.

Walter'da filmin geri kalanı boyunca bu negatifi arıyor.

O arada hoşlandığı kadınla bir münasebete girişmeye çalışıyor.

Sonra bu uğurda, hem kız hem negatif; dünyayı geziyor.

Negatifi buluyor, şükür.

Ve her şey tatlıya bağlanıyor.

Daha çok anlatmak istemiyorum gidin filmi izleyin, ama Ben Stiller güya İzlanda'ya ve Afganistan'a gidiyor. Afganistan'da geçen sahneler yukarıdaki fotoğrafda yer alan iki amca yüzünden çok komik. Afganistan'da çok aşırı artiz fotoğrafçı ile, Sean Penn ile oturup bir muhabbet ediyor.

İşte o sahnede aklıma bir Pazar sabahı Suadiye dolmuş durağında sabahın köründe dolmuş beklerken önümden geçmeye başlayan Harley Davidson'cı amcalar teyzeler  geldi. Fotoğraflarını çekmek yerine o anı yaşamayı tercih etmiştim. Böyle çok an yaşamadım, o yüzden baya duygulandığım bir sahne oldu. Sizi ne kadar etkiler bilemem. Fotoğrafçı olmanız lazım aslında, öyle diyim.

Şimdi karakterin adını daha çok kullanmak istemiyorum çünkü Ben Stiller çektiği filmde oynamayı da başardığı için kendisini her ne kadar tebrik etsek de, ne yazık ki kanımca karakterin önüne geçiyor.Yani yapabileceği en iyi oyunculuğu yapıyor yine de ama kendisini her gördüğümüzde onun Ben Stiller olduğu aklımızdan çıkmıyor. Ne yaparsa yapsın kulağına kendi menisi yapışmış komik bir adam o. Yine de iyi iş çıkartıyor. Walter gerçek olsa böyle biri olurdu dediğiniz sahneler de var. Ahanda Ben Stiller oynuyor kesin komedi aman çok gülecez diye sinemaya gidecek kitleyi de mutlu ediyor, karakter sinemasına tutkun izleyicileri de memnun edeceğini düşünüyorum yine de. Baya baya kahkaha attı seyirci benim izlediğim salonda, salondan çıt çıkmadığı sahneler de oldu.

Görüntü yönetimini genelde başarılı bulduğumu söyleyebilirim. İzlanda'da dağda bayırda geçen sekanslar özellikle çok özene bezene yapılmış. Gündüz düşü sahneleri çok iyi değil yalnız, çok daha iyi olabilirmiş ama olsun. Zaten görevlerini yerine getirip bitiyorlar bir süre sonra.

Kast baya iyi. Walter'ın annesi, kardeşi, hoşlandığı bayan, işte kötü yeni patron falan iyi seçilmişler.

Müzikler konusunda da yine kendi adıma tatmin olduğumu, geçmişten günümüze bir çok güzel şarkının filmde yer aldığını belirteyim.

Bence bu yazıyı buraya kadar okuduysanız daha vakit kaybetmeden gidin izleyin. Böyle güzel rahat filmler vizyonda ne kadar kalır bilinmez sonuçta.

Neden izlenmeli? Afganistan sahneleri için.

Evde izlenir mi? İzlenir de, çok da iyi olur da siz yine de sinemaya gidin lan. Sonra vizyonda neden 798 tane anlamsız türk filmi var diye delirmeyin.

Bu filme ilgi duyanlar için benzer filmler; Stranger Than Fiction, Zoolander

Naçizane puanım: 5.5/10