Akademi ödülleri arasında en çekemediğim ve saçma bulduğum kategoridir Yabancı Dilde En İyi Film. Dünya sinemasının belki de en tırt, ana akıma hizmet eden örnekleri her sene bu ödülü almak için yarışırlar. Ülkemizden bir tane film bile henüz aday olamadı diye biliyorum, bunu bile başaramamış olmak var bir de tabii Türk Sineması adına. Hoş; belediye seçimleri sonrası oyları tekrar tekrar sayılan bir ülkenin sinemaya ne kadar ihtiyacı var ki? Zaten kurguya gerek olmadan her gün farklı bir absürd kara komedi tandansında hayat sürüyoruz.
Konumuza dönersek;
The Broken Circle Breakdown; ülkemizdeki gösterim adıyla Kırık Çember, Belçika sinemasının son dönemdeki gözde örneklerinden biri olarak bize sunuldu 2013'te. Öyle ki akademi tarafından adaylık bile kazanmış geçtiğimiz sene, tahmin edeceğiniz üzre de üst paragrafta bahsettiğim tırt yapımlardan biri ne yazık ki. Ortasında çıkmamak için kendimi zor tuttuğum onca filmden biri oldu benim için, sebeplerini aşağıda sıralamaya çalışacağım .
Buralarda önce Filmeklimi 2013'de, sonra da vizyonda gösteriime girmiş olmasına rağmen en sonunda bu hafta, Yeşilçam'da izleme şansına eriştim Kırık Çember'i. İstanbul'da oturanlarınız bilir; alternatif sinema örneklerinin son durağı Yeşilçam Sineması'dır. Buradan da işletenlere, emekçilerine saygılarımızı sevgimizi sunalım.
Felix van Groenigen'in 4. uzun metrajı olan Kırık Çember, Elise ve Didier'in yaklaşık 10 yıl süren ilişkisini, zamanda bir ileri bir geri, sonra iki geri üç ileri giderek ve bunu çok matah bir şeymiş gibi bütün film boyunca yaparak anlatıyor. Başrol oyuncusu Johan Heldenberg'in aynı adlı oyunundan senaryolaştırıp bir de başkarakteri(Didier) canlandırdığı yapımda eşi Veerle Batens'de Elise rolüyle yeralıyor. Çocuk oyuncu Nell Cattrysse de kahramanlarımızın 6 yaşındaki kızı Maybelle'e hayat vermiş.
Belçika'nın ortasında boş bir arazide, o arazinin de ortasında bir karavanda yaşayan Didier, şehre inip dövme yaptırmaya gittiğinde Elise(dövmeli/dövmeci kız) ile tanışıyor. Aralarında hayatımda gördüğüm en manasız dialoglardan biri geçiyor ve gidip gördüğüm kanlı canlı her amerikalıdan daha amerikalı duran ve konuşan Didier bir şekilde Elise'yi tavlıyor ve blue grass tarzı müzik yapan grubunun konserine davet ediyor. Blue grass dinlememiş, bilmeyen olanlarınız için, amerikan country ve folk müziğinin bir alt kolu olduğunu söyleyebilirim. Elise konser'e geliyor, bunlar kavuşuyorlar derken olaylar gelişiyor.
Buraya kadar anlattıklarım eğer size de bana verdiği gibi bir fantastik film, bir D&D hikayesi okuyormuş tadı vermediyse ne ala, karşınızda pek ala düzgün çekilmiş bir aşk filmi var, ağır melodram, ekol drama.
Açıkçası, bu kadar amerikan sempatizanlığı bana bile fazla geldi, filmin orijinal adı ingilizce yahu! Müzikal altyapısı her ne kadar sağlam, şarkılar belli ki güzel bestelenmiş söylenmiş olsa da allah için Belçika'nın orta yerinde kim blue grass dinler yahu? Öyle bir çift düşünün ki, en büyük kavgalarında, işte o patlama anında birbirlerine ingilizce küfrediyorlar. Kimse kusra bakmasın da hiç inandırıcı değil. Sonuna kadar sırf şunları yazabilmek için katlandım bu bayık ve saçma hikayeye.
Sinirden haftalardır bitiremediğim bu yazıyı daha fazla uzatmak da istemiyorum. Gidenleriniz gidip beğenmiş zaten, allah akıl fikir versin ne diyim.
Naçizane puanım; 2/10
Evde izlenir mi ? Beni çağırmayın da ne yaparsanız yapın.
No comments:
Post a Comment