Friday, January 31, 2014

Bana Şarkılarını Söyle(Inside Llewyn Davis)






Siz yakamayacaksınız ama o içecek, adam raad.









Başlıktan da anlaşılacağı gibi, vizyonda yine sırf adının çevirisinden ötürü seyirci kaybına uğrayacak bir filmle karşı karşıyayız. Çok mu zor "Llewyn Davis'in İçinde" diye yayınlamak şu filmi? Ya da çok daha iyisi işte, siz de bilirsiniz.

Filmimiz 60'ların New York'unda Greenwich Village'da ve türlü güzel NYC semtlerinde geçiyor. Evsiz barksız, bir elinde gitarı, diğer elinde adını bilmediği bir ev kedisiyle o kanepe senin bu kanepe benim dolaşan Llewyn Davis'in hikayesi, Dave Van Ronk adlı bir folk müzisyeninin otobiyografisinden esinlenerek Coen kardeşler tarafından yazılıp yönetilmiş.

Daha afişinden bas bas ne kadar ekol olduğunu bağıran yapım, beklentilerinizi boşa çıkarmayacak, şimdiden notumuzu düşelim, şu yazının yazıldığı günlerde bile çok az sayıda salonda oynamaya devam ediyorken bir fırsat bulun gidin sinemada izleyin derim.

Sinemaya karşı olan sevginizi gösterin arkadaşım, zaten Beyoğlu sinemasında izledim ben de, Cinemaximum soğukluğu yok oynadığı salonlarda genel olarak.

Coen'lerin sinemasına ne kadar aşina olduğunuzu bilemem ama, eğer bu izlediğiniz ilk Coen yapımı ise çok şanslısınız, çünkü artık nadiren bu kadar iyi filmler çekiyorlar ve en nihayetinde George Clooney olmadan da film çekebileceklerini hatırlamışlar; karşımızda bu sefer benim pek bir yerden tanımadığım, zaten pek de kariyerli olmayan Oscar Isaac var. Fena oynamıyor. Bir aktörü ilk başrölünde görmenin de öngörüsüzlüğü bize yardımcı oluyor bu sayede, kendisi daha ilk sahneden itibaren Llewyn'e dönüşüyor.

Llewyn arkadaşlarının, tanıdıklarının, bazen de yeni tanıştığı insanların evlerinde kalan, oradan oraya gezen, akşamları da Village'ın o zamanlar için meşhur sahnelerinden The Gaslight'da sahne alan bir müzisyen. Önceleri bir de sahne partneri varmış, olmuş çocuğa bir şeyler işte, gidin izleyin, yalnız kalmış. Bunun verdiği acıyla yaşıyor. Hayatlarında kimseye bağlanmadan yaşayan, karakterli ve duygusal ama pek öyle gözükmeyen, ne halt yese yeridir diyip de asla yanınızdan ayıramayacağınız çocuk ruhlu insanlarla belki sizler de tanışmış, kaynaşmışsınızdır, belki de onlardan biri olabilirsiniz. Bu film biraz da o şekil insanları anlatıyor. Hayatının bir kısmını başkalarının evinde geçirmiş biri olarak aklıma o güzel günleri getirmesi dışında karakterle o kadar da güçlü bir bağ kurduğumu söyleyemem. Zaten Coen'ler de karakteri sempatik olsun diye değil, insan olsun diye çizmişler perdeye yansıtmışlar. Bu yüzden onlara da aferin diyoruz bir daha.

Film aslında bir müzikal olarak da izlenebilir bir bakıma, baya konser sahnesi falan var.OST'nin ve genel olarak filmdeki müzikal yapının bu tarz müziğe uzak duran beni bile cezbetmiş olması; yapımın genel müzik zevkine hitab ederken yine de duruşu olan bir şekilde amerikan folk müziğini ve ruhunu perdeye ve kulaklarımıza yansttığına bir örnek olabilir.

Llewyn'in hayatından bir haftayı anlatan filmde, karakterimizin hayata nasıl inatla tutunmak istemediğini izliyoruz. Bu bir haftalık süreci doğrusal bir şekilde anlatan hikaye, bize hem karakteri hem de çevresinde olan biten olayları, karşılaştığı insanları samimi ve akıcı bir şekilde betimliyor. Bir tane bile zorlama çekilmiş sahne,  manasız diyalog yok, öyle güzel akıyor ve ilerliyor ki hikaye; bazen çok güzel tablolara bakar gibi de oluyorsunuz, bazen de kendinizi The Gaslight'da oturuyormuş gibi hissediyorsunuz. Llewyn kendisini ve bizi sürüklerken yorulmuyoruz, heyecanlanmıyoruz, sakiniz. Bu sakinlik hali bazılarınızın canını sıkabilir aslında. Ama hayatın da kendisi biraz böyle değil midir? İlla her şeyin bir başı gelişmesi ve sonucu olacak değil ya, bu da öyle raad bir film işte.

Kast'ın geri kalanından bahsedersek; Coen filmi olduğu için illa bir Coen fetiş oyuncusu olacak ya işte, John Goodman filmde arz-ı endam ediyor ve en eğlenceli sahneler de ona ait. Öyle abartılı bir performansı yok, göz çıkarmadan oynamış kendisi. Justin Timberlake'i afişte görüp de korkmayın, gayet  güzel oynuyor. Hatta yanımdaki arkadaşım tanıyamadı bile kendisini film esnasında. Girls dizisinden tanıdığımız bir-iki karakter de var, spoiler olmasın ama çok başarılı sahneleri var.

Hikaye adına daha fazla yazmak ve sürprizleri bozmak yerine yazımı çok samimi bir tavsiyeyle bitiriyorum. Lütfen sinemaya girmeden önce eğer kullanıyorsanız sigaranızı bir güzel için öyle girin. Film size sigara yaktırmak için çok uğraşıyor, salonda yasak böyle şeyler işte. N'aparsın.


Naçizane puanım; 7/10

Evde izlenir mi?; Bir paket sigara bitirir ama bir güzel de izlenir.

Bu filmleri sevenlere tavsiyedir; Fargo, A Love Song for Bobby Long,

Neden izlemelisiniz? Ullyses için.

Wednesday, January 22, 2014

Saving Mr. Banks




Anlaşılır tiksinti sebebi; Tom Hanks.







Marvel'ı satın aldığında, ya da yeni Star Wars'u çekeceği açıklandığında Disney'e ne de güzel saydırdık değil mi? 20'li yaşların başlarındaki 80 doğumlu kuşak ister istemez Disney düşmanıdır zaten biraz. Bize eve yeni giren renkli televizyondan fışkıran o şirin şahane şatafatlı hayat, beyazperde de izlediğimiz bir Aslan Kral, bir Alaaddin olsun gözümüzü büyülemiş, aklımızı yerinden oynatmış ve gerçekten ağlatmıştır, yalan yok. Ama sonra hayatın gerçekleri de soğuk su gibi yüzümüze çarpınca kendimize gelmiş ve bütün o hayalleri ve absürd iyimserliği, o ex kafasında coşkulu rüya alemi vaatleri hayalkırıklığına dönüşünce Disney'i suçlamışızdır.

Haksız da sayılmayız. Kimse o kadar mutlu değil.

Saving Mr. Banks benim açımdan Disney'in bu varolan iticiliğine, Tom Hanks'in Walt Disney karakterindeki varlığıyla iticilikte yeni bir sığır açıyor. Tom Hanks'in bas bas "Ben Tom Hanks'im!" diye bağırdığı yeni bir filme karşı karşıyayız. Allahtan o kadar da çok yer kaplamıyor filmde.

Saving Mr. Banks'i anlatmak zor. Marry Poppins'i bilen var mı aranızda? Hem bir çocuk romanı serisi, hem de çok meşhur bir Disney müzikal-filmi. Hemi de live action, oscarlı falan. Ayrıca yine çok meşhur bir müzikal, Londra'da ve Broadway'de sahnelenmiş. Meşhur'un tanımı anasını satayım.

Saving Mr Banks'i; buu Marry Poppins coşkusuna hayatında bir köşesinden kenarından maruz kalmış olanlarınız için değil, bunların hiç birini deneyimlememiş kendim için, yine ne yazık ki sıfır ön bilgi ve yargıyla ülkemizde gösteriminin bir kaç hafta öncesinde izleme şerefine eriştim.

Buradan sonrasını okuyamam çok işim var diyenler için, film güzel gidin izleyin.

Biraz konudan bahsedelim;

Saving Mr Banks; yarattığı karakteri para karşılığında Walt Disney'e satmamaya çalışan Pamela Travers(şahane Emma Thompson)'ın hikayesini anlatıyor. Gerçek hikayeden alınma senaryo anlayacağınız. Kim bilir hakikati nasıl? Benim pek umrum değil, derdimiz film nasılsa değil mi ama?

Miss Travers; kendisini neden böyle tanıttığımı filmi izlerseniz anlayacaksanız, 20 yıl boyunca Mary Poppins'in haklarını Walt Disney'e satmıyor. Sonra parası bitiyor eh diyor tamam, benim iznim ve tam kontrolüm altında film çekilebilir. Atlıyor uçağa Londra'dan Kaliforniya'ya gidiyor, türlü çilelerle Mary Poppins'in senaryosu yazılıyor büyük ızdıraplarla.

Film paralel kurguyla küçük bir kızın yaşadığı türlü çileleri, aslında biraz dikkat edersek hemen anlayacağımız gibi Miss Travers'ın çocukluğunu anlatıyor. Bu kurguyla, Mary Poppins karakterinin hikayesi film ilerledikçe örtüşüyor. Çileli çocukluk anlatısında Colin Farrell devreye giriyor, ve izleyince siz de şaşıracaksınız eminim, çok iyi oynuyor. İrlandalı aksanını kullanımı çok yerinde diyim. Çocuk oyuncu da fena değil, baya iyi aslında.

Emma Thompson, Pamela Travers rolünde hayatımda izlediğim en iyi oyunculuklardan birini sergiliyor. Tom Hanks'in karşısında kendiliğinden oluşan kontrasttan da kaynaklanıyor olabilir, zira Tom Hanks zaten itiraf edelim artık hepimizin gözünde antipatik olan Walt Disney rolünde daha da antipatikleşiyor. Yan rollerde göz dolduran bir kast var. Tek tek isimlerini herkes verir, ama Paul Giamatti var işte, yine aynı rolü yapıyor. Ben yine kanmadım, siz kanar mısınız bilmem. Bence Paul Giamatti amerikan sinemasının fat guilt'i bu arada. Hani şişman, kel ve mal da olsa biz yine oynatırız abi kafasının, biz evinde oturup cips yiyen kola içen dobişlerin umudu olsun diye yer alıyor bu camiada
bana kalırsa.

Neyse.

Şimdi, hem sinemayı, hem de müzikalleri; her ne kadar müzikalde çok deneyimli olmasam da,  seven biri olarak filmin bütün bu film yapım aşamasına,  yapıtın yazarı, senaristi açısından yaklaşmaya çalışması ve Emma Thompson'un mükemmel oyunculuğu beni çok etkiledi. Özellikle kendi yarattığı karakterin ve hikayenin beyazperdedeki yansımasını izlerken bize verdiği ifadeler sonrasında hiç de utanmadan dakikalarca ağladığımı belirteyim.

Emma Thompson yazarları oynasın biz de izleyelim diyorum hatta, Stranger Than Fiction'dan sonra yine harika bir yazar portresi çiziyor.

Filmi izlerken, bu satırların sizlerle buluştuğu anda sahip olduğu o farklı gerçekliğin, yazılan ve yaratılan şey  bir karakter olduğunda onu yaratan kişi için ne kadar farklı bir değere bürünebildiğini düşündüm. Sonrasında insanın sadece kendi yaşadıklarından esinlenerek yaratabileceklerinin, ideasındaki yansımaların ne kadar basit nedenlere ve olaylara dayansa da aslında bir o kadar da sıradışı olabileceğini anladım.

Walt Disney konusuna gerçekten girmek istemiyorum. Ama illa gireceksem, beni pek etkilemedi hikayenin kendisini kapsayan kısmı. Tamam Tom Hanks'le çok kişisel dertlerim var, ama onu da bir kenara bırakalım, gerçekten ne Disneyland, ne de Mickey Mouse artık kime çekici geliyor ki?

Ama biri götürse de deli  gibi coşarım o ayrı. Houston'da mıydı yahu?

Toparlarsak, bu filmi içindeki çocuğa uzanmaya çalışan samimiyetsiz yuppielere, ki kendimde beyaz gömlekle falan izledim de, sonuçta galadaydım yani, değil, yaratıcılığını travmalarına borçlu olanlara tavsiye ediyorum. Baya kalabalığız zaten.

Ayrıca Kaliforniya'nın bilinçaltınıza açılan bir kurt deliği olabileceğini görebilmek için de bu filmi izlemenizi çok istiyorum.

Size yalvarıyorum.

Naçizane puanım; 6/10

Bu filmleri beğendiyseniz bi şans verin; Finding Neverland, Mary Poppins

Evde izlenir mi?; İzlenir de, gidin sinemada izleyin.

Neden izlenmeli; Hala anlamadıysanız, Emma Thompson.



Sunday, January 19, 2014

Body Double

2000'lerden bir yazım; illa da sinema deneyimi mi olsun yahu ama değil mi?






Gribal enfeksiyon, bir ızdırap... Oturduğun yerde, alnında ıslak bir havluyla kalakalmak... Ve yeniden nefes alabilmeyi umarak defalarca sümkürmek, aksırmak...

Geçen haftamın ilk 2-3 günü böyle geçti. Bol bol portakal-greyfurt suyu içip uyudum. Boşa geçen zamanı, sağolsun Baykal'la divx izleyerek değerlendirdik kimi zaman. Monitör başında sinema keyfinin varlığı, eğer yerinizden kalkacak haliniz yoksa, büyük bir önem kazanıyor. Yoksa kat-i suretle oturmam monitör başına, paşa paşa veririm paramı, giderim sinema salonuna.

Neyse, evdeydim ve Özgür yeni indirdiği filmleri düzenliyordu, arada Dvd'de izliyorduk ama Emule listesine yeni filmler de eklemişti, onlara da sıra gelecekti. 

Ve Salı günü akşamı Özgür bombayı patlattı! Body Double. A film by Brian De Palma. 

Brian De Palma, hepimizin aklında Scarface yeniden çevrimi ile hatırlanan bir yönetmen. Çektiği son filmlerde performansı zamanla düşse de, onun sineması benim gözümde çekiciliğini yitirmedi hala. Bu yüzden geçen yıl Gençay'ı kolundan tutup Black Dahlia'ya sokmuştum. Film idare ederdi, hatırlayanlarınız, izlemiş olanlarınız varsa.

Nitekim Body Double'ı izlemeye başladık. Açılış sahnesinden barındırdığı mizahın rengini belli eden film, usturubunu bozmadan, iyi çekilmiş bir Brian De Palma filmi gibi devam etti ve yaklaşık 2 saat içinde sona erdi. Filmin başında yediğimiz pizzalar sağolsun biraz sancılı bir seyir oldu ama olsun. 

BD, bir rontçunun hikayesini anlatıyor. Bildiğin röntgen. Filmin önemli bir bölümünde de zaten biz de rontçunun gözlerinden izliyoruz herşeyi, biz de rontluyoruz. Neyse ki Melanıe Griffith'i rontluyoruz da, içimiz rahat. Brian De Palma'nın daha ilk uzun metrajı Hi Mom!'dan beri vazgeçemediği bir tutkudur röntgencilik. Ve O, bunu büyük bir tiitzlikle yapar. Karakterleri perdede birbirini kovalar ya da takip ederken, ortadaki gizeme sizi de çok hızlı bir şekilde dahil eder ve kendinizi filmin içinde bulursunuz. O'nun filmlerini bir zamanlar bu kadar çekici kılan nokta da budur. BD' da zaten direkt bunun üzerine kurulu bir film. 

Filmimiz 80'ler de Hollywood, LA'de geçiyor ve  ortada ziyadesiyle erotik bir gizem mevcut. Mevzubahis  gizemi çözmeye çalışan karakterimiz, başarısız bir aktör. Daha filmin başında kız arkadaşının kendisini aldattığına tanık oluyor(grrreeyt siin!).. Sonrasında kendisine kalacak bir yer ararken, son zamanlarda tanıştığı bir adamın arkadaşının evinde kalmaya başlıyor. Burası adeta bir cennet. Dönen su yatağı mı istersiniz, deri koltuklar mı, jakuzi mi? Yoksa karşıdaki eve bakan bir teleskop mu? Her geceyarısı, sadece size özel bir erotik dans, hem de teleskobunuzun diğer ucunda! Kahramanımız tabi ki içinde bulunduğu durumun bedelini zamanla ödüyor ve hayatı darmaduman oluyor. Olan biten esnasında ise izleyici geriliyor,sırıtıyor, ama en çok meraklanıyor. Izlemeyenler darılmasın diye konu hakkında daha fazla bilgi vermek istemiyorum, tadı kaçmasın.

De Palma'nın sineması, Hitchcock'un sinemasından bolca beslenir. BD'da da yönetmenimiz yine ustasından esinlenmiş ve O'nun Vertigo'suna sağlam bi gönderme yapmış. Kendi yapıtlarına da dokundurmadan edememiş tabi ki. Her filminde yaptığı gibi. Bu tam anlamıyla bir De Palma deneyimi! Ront, kes-yapıştır sahneler(Hitchcock filmlerinden tabi ki), eksik olmaz bir gizem, güzel kadınlar, frontal nudity! 

Düşündüm de, o kadar da fena olmamış hastalandığım. Yoksa hayatta oturup bu yazıyı yazacak konuma gelemezdim. Yazı da fena olmadı, filme yakışmadı ama, olsun. 

Body Double, bedava
Dominos Pizza, 26.90 YTL
Melanie Griffith'in ikizleri, paha biçilemez!



Friday, January 10, 2014

The Secret Life of Walter Mitty

   





              Samimi şirin.








Ben Stiller'ın sinema macerası, Walter Mitty'nin Gizli Yaşamı ile devam ediyor. Bu sefer filmi kendi çekmiş hem. İyi de yapmış. Canım bloğumun ilk iyi filmi.

Bir kitap uyarlaması olan yapım, daha önce de beyazperdeye uyarlanmış. Ne kitabı okudum ne de önceden çekilmiş filmleri izledim, dan diye filme gittim.

Filmi izleyeceklere ve bu yazının muhattaplarına bir kaç not düşmek istiyorum.

- Olay kitap değil, yani öyle edebi bir anlatım beklemeyin filmden. Film direkt Ben Stiller filmi. Ben yaptım oldu filmi.

- Ben Stiller sevmeyen izlemeyebilir. Ama bu adamı sevmeyeni de anlamak mümkün değil. Babasını sevmeyeni sopayla döverim. Babası kim demeyin Seinfeld izleyin,

- Seinfeld de izlemediyseniz burada işiniz ne? Neyse.

Filmin açılış sahneside  baş karakterimizi sıradan, düzenli bir odada, masa başında hesap yaparken görüyoruz. Parasını denkleştirmeye çalışıyor bir şeyler için falan. Sonra da bir date sitesine giriyor ve hoşlandığı kızın profiline bakıyor. Buraya kadar her şey normal Hepimiz hayatımızın bir döneminde bu durumlara düştük değil mi?

Tek derdi hayallerindeki kızla birlikte olmak zannediyoruz. Aman diyoruz of diyoruz. Ben dedim. Sonra film başlıyor gerçekten. Buralarda bir Stranger Than Fiction havası alıyoruz hafiften. Ama film New York'da geçiyor. O yüzden pek hava alamıyoruz aslında. New York'un ben...

Scrubs izlemiş olan var mı? Gündüz düşü sekansı desem kim anlar? Ya da High Fidelity'nin Championship Vinyl'da geçen yüzleşme sahnesini kim izledi? Nasıl anlatsam ki? Filmin ortalarına kadar bolca gündüz düşü sahnesi izliyoruz. Filme adını veren "Gizli Yaşam" mıymıyının sebebi bu. Ben Stiller, bolca dalıp gidiyor, o arada kafasından kah basmakalıp ekşın sahneleri, kah yine bayık romantik sahneler geçiyor. O arada hiç bir şeyi duymuyor falan.  Bunun sebebi, ömrü billah aman anam bacım aç kalmasın diye çalışmış olması, babasını erken yaşta kaybettikten sonra bir pizzacıda çalışmaya başlamış, gerisi gelmiş. Adamın kafa hep bir yerlerde bu yüzden. Dalıp gidiyor.

Zar zor işe gidiyor, daha filmin başındayız bu arada. İşi de benim açımdan çok önemli. Karakterimiz, çoh meşhur aman ne büyük bir dergide, fotoğraf negatiflerini resmediyor, sonra o fotolar kapak oluyor gibi şeyler. Baya demode bir iş yani. Aramızda fotoğraf bastıran kaldı mı lan? Hipster mısınız olm bu saatten sonra kim gidecek Sirkeci'ye di mi? Tabii öyle de, yine de bir kaç agrandizör görmek iyi geliyor filmde, bana iyi geldi en azından.

Sonra öğreniyoruz ki çalıştığı dergiyi kapatıyorlar, onlayn olacakmış dergi. Valla ben hiç üzülmedim. Şimdi adını vermiyim ama o aman ne önemli dergi de o kadar önemli değil. Ki film bir yerde bu derginin, dergiciliğin de çok güzel reklamını yapıyor. Neyse, meğersem işte mükemmel bir fotoğrafçı varmış, bizim adamla çok iyi anlaşıyorlarmış da, aman yesinler. İşte bu artiz fotocu son çektiği negatifleri yolluyor, diyor ki bir tanesi aman çok önemli, bunu son kapak yapın.

Walter'da filmin geri kalanı boyunca bu negatifi arıyor.

O arada hoşlandığı kadınla bir münasebete girişmeye çalışıyor.

Sonra bu uğurda, hem kız hem negatif; dünyayı geziyor.

Negatifi buluyor, şükür.

Ve her şey tatlıya bağlanıyor.

Daha çok anlatmak istemiyorum gidin filmi izleyin, ama Ben Stiller güya İzlanda'ya ve Afganistan'a gidiyor. Afganistan'da geçen sahneler yukarıdaki fotoğrafda yer alan iki amca yüzünden çok komik. Afganistan'da çok aşırı artiz fotoğrafçı ile, Sean Penn ile oturup bir muhabbet ediyor.

İşte o sahnede aklıma bir Pazar sabahı Suadiye dolmuş durağında sabahın köründe dolmuş beklerken önümden geçmeye başlayan Harley Davidson'cı amcalar teyzeler  geldi. Fotoğraflarını çekmek yerine o anı yaşamayı tercih etmiştim. Böyle çok an yaşamadım, o yüzden baya duygulandığım bir sahne oldu. Sizi ne kadar etkiler bilemem. Fotoğrafçı olmanız lazım aslında, öyle diyim.

Şimdi karakterin adını daha çok kullanmak istemiyorum çünkü Ben Stiller çektiği filmde oynamayı da başardığı için kendisini her ne kadar tebrik etsek de, ne yazık ki kanımca karakterin önüne geçiyor.Yani yapabileceği en iyi oyunculuğu yapıyor yine de ama kendisini her gördüğümüzde onun Ben Stiller olduğu aklımızdan çıkmıyor. Ne yaparsa yapsın kulağına kendi menisi yapışmış komik bir adam o. Yine de iyi iş çıkartıyor. Walter gerçek olsa böyle biri olurdu dediğiniz sahneler de var. Ahanda Ben Stiller oynuyor kesin komedi aman çok gülecez diye sinemaya gidecek kitleyi de mutlu ediyor, karakter sinemasına tutkun izleyicileri de memnun edeceğini düşünüyorum yine de. Baya baya kahkaha attı seyirci benim izlediğim salonda, salondan çıt çıkmadığı sahneler de oldu.

Görüntü yönetimini genelde başarılı bulduğumu söyleyebilirim. İzlanda'da dağda bayırda geçen sekanslar özellikle çok özene bezene yapılmış. Gündüz düşü sahneleri çok iyi değil yalnız, çok daha iyi olabilirmiş ama olsun. Zaten görevlerini yerine getirip bitiyorlar bir süre sonra.

Kast baya iyi. Walter'ın annesi, kardeşi, hoşlandığı bayan, işte kötü yeni patron falan iyi seçilmişler.

Müzikler konusunda da yine kendi adıma tatmin olduğumu, geçmişten günümüze bir çok güzel şarkının filmde yer aldığını belirteyim.

Bence bu yazıyı buraya kadar okuduysanız daha vakit kaybetmeden gidin izleyin. Böyle güzel rahat filmler vizyonda ne kadar kalır bilinmez sonuçta.

Neden izlenmeli? Afganistan sahneleri için.

Evde izlenir mi? İzlenir de, çok da iyi olur da siz yine de sinemaya gidin lan. Sonra vizyonda neden 798 tane anlamsız türk filmi var diye delirmeyin.

Bu filme ilgi duyanlar için benzer filmler; Stranger Than Fiction, Zoolander

Naçizane puanım: 5.5/10










Saturday, January 4, 2014

47 Ronin






        Allah affetsin pek bir cirkin.





47 Ronin, japon kültürünün en önemli hikayelerinden bir tanesi. Efendileri öldürülünce samuraylık rütbeleri düşen roninlerin; efendilerinin intikamini alan capon yiğitlerin bu onur ve şerefli destanı daha önce 6 defa sinemaya uyarlanmış.

Bu 6 denemeyi izlememiş, hikaye hakkında fikir sahibi olmayan biri olarak, filmi tertemiz bir bilinçle izlediğimi düşünüyorum. Zaten derdim de filmin kendisiyle her zaman.

Carl Rinsh'in ilk yönetmenlik deneyimi olan 47 Ronin, fantastik macera diye bize kakalanan bildiğiniz komedi filmi. Belki yapım aşamasında yaşanan aksaklıklar sonucunda olabilir bu, ki filmin gösterime girmesi 3 yıl gecikmeli gerçekleşmiş, bu süre zarfında bir çok kez makaslanmış, tekrar kurgulanmış derken dertler sıkıntılar aman; en sonunda vizyona girdiğinde de önümüze sinema filmi olarak ciddiye alınmayacak bir kötü görüntü kaydı olarak sunulmuş.

Aslında daha fragmanından ne mal olduğu anlaşılıyor filmin, üzerine pek bir şey yazılacak hali de yok.

Yine de çabaları için çaba göstereceğim.

Filmin başında bir sahne var, bir çocuk ormanda kaçıyor bir şeylerden ama pek bir şey göremiyoruz. Sonra bu dazlak çocuk düşüyor, caponlar buluyor. Çocuğun adı Kai, içinde şeytan var diye korkuyorlar nedense, sonra büyüyor ve yaşlıca Keanu Reeves'e dönüşüyor.

Samurayların arasında daha iyi samuray olarak yetişen Kai, ev sahibinin, oraların efendisinin kızına aşık da oluyor. CGI canavarlar doğruyor bir sahnede falan.

İlla 3D olacak, aman allahım çok güzel olacak parayı kırıcaz diye düşünüp sıçmışlar görsel efektlerde. Filmin tamamı green box'da çekilmiş gibi. Dijital kamera kullanımı alan derinliği hissini alıp götürürken bazı sahnelerde amatör öğrenci filmi izliyormuş hissine kapılıyorsunuz, ne yazık ki bu iyi niyetli bir deney de değil. Bildiğiniz 200 milyon doları harcamışlar abi, yuh dedim.

Sonra birbirini kovalayan anlamsız olaylar ve saçmalıklarla ilerliyor film. Keanu Reeves yine aynı kalitede bir oyunculuk sunuyor, kameraya boş boş bakıyor. Kendisinin New York metrosunda çekilmiş fotosuna bakıp sempati duyabilir ya da benim gibi Point Break'i çok seviyor olabilirsiniz, aranızdan birileri Bill ve Ted'in Maceraları'nı hatırlıyor da olabilir ama pek bir tarafıma değil, adam artık yaşlı da, sakal da yakışmamış, zaten berbat oynuyor. Ama filmin olayı da kendisi. Ne zaman patlama yapacak diye bekliyorsunuz bütün film. O patlama çok zayıf gerçekleşiyor, kalitesi CGI big boss'u kolayca alt ediyor. Sonra da yine saçma ve komik şeyler oluyor. Film bitiyor.

Fantastik altyapı koyalım diye çok uğraşmışlar ama işte yukarıdaki çirkin amcalar bebeykene Kai'yi alıp büyütmüşler bir şeyler öğretmişler. Aman ne gizemli ne ürkünç. Hiç değil, komedi yani.

Samuraylar, daha sonra roninler işte her ne chopstick'se baya komikler. Ama bunu istemeden becermişler. Mesela komik olmaya çalıştıklarında komik değiller. Ama hepsinde garip bir aksan var, film önce caponca çekilmiş sonra tekrar ingilizce çekilmiş falan ondan olabilir. Keanu Reeves'in zaten çok repliği yok, olanlar da manasız. Ama bu caponlar konuşunda baya kopabilirsiniz.

Komedi filmi izliyorum diye izleyince baya ekol bir film aslında lan. Ben sinemayı her türlü çok seven biri olarak bu şekilde izlemeyi ve bitirmeyi başarabildim. Bu kadar kötü filmler için de illa izlemeniz gerekiyorsa bu taktiği kullanın. Etrafınızdakiler sizin verdiğini tepkilere kopuşlara şaşırsalar da aldanmayın. Keyfinize bakın.

Ben capon olsam gider bu filmi çekenlerin suratına tükürürdüm.

Müzikler için yine bir şey diyemiyorum, pek bir olayı yok.

Kostüm tasarımlarını beğendim aslında. Evet bak kostümler fena değildi.

Sesçi ve ışıkçı için, kostümler için; 1/10


Neden izlemelisiniz: Beyaz saçlı keçi sakallı samuray için. O kadar şaşkın bakıyor ki devamlı.

Evde izlenir mi? Değmez.