Friday, May 23, 2014

X-Men: Geçmiş Günler Gelecek ( X-Men: Days of Future Past)







Çılgın infografik:






Sağda, bugüne kadar X-Men'in zaman yolculuğu içeren maceralarından bazılarında karakterlerin başlarına gelenler ve kısa hikaye açıklamaları bulunuyor.

İlgilenenler, alakalı makaleyi yazının sonunda yeralan linkten okuyabilir.







(Son zamanlarda, artık işim gereği olarak web sitelerinde içeriğin önemine dair tonlarca şey okuyup öğreniyorum. Bu yazı, bu öğrenimlerin boş verilmesiyle, SEO'nun ve kullanıcı deneyiminin Kasımpaşa'dan aşağı inişiyle yazılıyor. Ama spoiler içermiyor. Gönül rahatlığıyla bayarak okuyabilirsiniz.)








İlk X-Men'e gittiğim günü hatırlıyorum, sene 00 ve daha lise 2'deydim. En yakın arkadaşımın babasının sinemasında izlemiştik bir kaç arkadaş. Kapalı gişe oynamıştı film ve bahsi geçen sinemanın da kapanmasını ertelemişti bir süre diye hatırlıyorum. Bryan Singer'ın ilk çizgiroman uyarlaması olan X-Men, eli yüzü düzgün bir filmdi. Tabii o zamanlar ağzımdan salyalar akıtmıştı, gavurlar buna "nerdgasm" falan diyorlarmış. Daha o zamanlar ne ingilizce var ne de "nerd" olduğumdan haberdarım.

Sonra X2 geldi. Yine Bryan Singer çekmişti ve kanımca yapılmış en iyi çizgiroman uyarlamasıdır.  Ardından gelen X-Men: The Last Stand ise serinin son filmiydi. Ve fakat o kadar kötü bir filmdi ki, zaten isteseler de o yapının üstüne gidemezlerdi.

Ve X:Men'in sinema macerası, Örümcek Adam, Batman, Superman'ın gittiği yoldan gitmeye başladı. 2010 yılında, "franchise"'ın reboot edileceğinin haberlerini aldık. Sonra da 3 Haziran 2011'de X-Men: First Class gösterime girdi. Bu sefer yönetmen Bryan Singer değildi, ama olsundu, film beklentileri fazlasıyla karşılamıştı. Hem gişe başarısı olarak hem de hayranlar ve izleyiciler açısından başarılı bir yapımdı.

First Class'ın sonunda, ikinci filmin yapılacağına dair ipuçları bize veriliyordu aslında. Bu yüzden beklemeye başladık biz de. Ve aradan tam 3 sene sonra, eminim oralarda bir güç ve ona teşekkür ediyorum, son X-Men yapımı, Days of the Future Past bugün gösterime girdi.

Önceden belirteyim, bu hayatımda izlediğim en iyi X-Men uyarlaması. Benim gibi, 90'ların ortalarında X-Men'in Show Tv'de ve Cine 5'de gösterilmiş çizgifilmini izlemiş olanlarınız, Arkabahçe Yayıncılık ilk defa renkli ve orijinal boyutunda çizgiroman çıkartmaya başladığında alıp okuyanlarınız, Gerekli Şeyler ilk açıldığından bu yana bir şekilde gidip dergi, kitap karıştırıp, Dreamers'dan figürler alanınız varsa, ya da bunlardan biri ya da birkaçıyla alakalı biriyseniz, bu filmi kaçırmayın. Yani gidin sinemada izleyin. IMAX gösterimi yok ne yazık ki, olsun gidin kaliteli bir salon bulun ve orada izleyin. Historia Cinemaximum da kötü bir tercih değil, en büyük salonda oynuyor. Aklınızda bulunsun.

X-Men'e ilgi duyan, biraz takip eden herkes, serinin zaman yolculuğuna ne kadar kafayı takmış olduğunu iyi bilir. Yukarıda bahsi geçen çizgifilmde, Bishop'ın ilk defa gelecekten geldiği bölüm ve o hikayenin adı da Days of the Future Past bu arada. Yani daha ilk başlangıçdan göndermemiz var. Neyse, devam edelim. Filmimiz gelecekte ve geçmişte ilerliyor. Geçmiş Günler Gelecek diye çevrilmiş olması da biraz mantıklı aslında. Gelecekten, geçmişte yaşanmış ve her şeyi etkilemiş tek bir olayı tersine çevirmek için, zaman yolculuğundan sağ çıkabilecek tek karakter olan Wolverine, geçmişe dönüyor ve olaylar gelişiyor. Diyorum ve gerisini anlatmıyorum.

Bryan Singer, tekrar yönetmenlik koltuğuna oturuyor bu filmle, bunun da sinemaseverleri heyecanlandırmış bir gelişme olduğunu belirteyim. Yıllardır bu anı bekliyorduk. Açıkçası ben o kadar da kendi imzasını taşıyan bir plan, olay örgüsü, karakter içselleştirmesine pek rastlayamadım. Film, First Class'ın kaldığı yerden devam etmese de, aynı oyuncuların da devamıyla sanırım ortak bir havada ilerliyor. Bu filmin özelliği, bugüne kadar çekilmiş bütün X:Men filmlerinden karakter ve oyuncuları barındırması. İpini koparanın sahnede endam eylediği bir yapım bu. Neyse ki bu filmi karman çorman ve dağınık bir hale getirmemiş.

En etkileyici sayılabilecek sahnelerden biri; Quicksilver adlı X-Men karakterine ait. Filmin ortalarında vuku bulan Magneto'nun hapishaneden kaçışı sekansı, bu tarz yapımlar içinde bence şimdiden özel bir yere sahip. Bunda da kullanılan özel efektlerden çok, sahnenin mizahi yapısı etkili oluyor diyebilirim.

Hugh Jackman, bildiğiniz Hugh Jackman işte. Wolverine bu filmde o kadar öne çıkmıyor, iyi de yapıyor aslında. Karakterlerin rol ve öncelik dağılımı çok iyi ayarlanmış. Özellikle Jennifer Lawrance'ın canlandırdığı Mystique ve Michael Fassbender'ın Magneto'su çok başarılı. Wanted'dan tanıyıp sevdiğimiz James McAvoy'da Prof X rolünde hasbelkader iyi bir oyunculuk sergiliyor. Peter Dinklage'ın o kadar bir numarası yok, kötü adam olduğuna da inandıramıyor pek, neyse diyoruz.

Eksiklerine gelirsek, her zaman yolculuğu filminde olduğu gibi bunda da senaryoda kopukluklar ve mantık hataları mevcut, ama filmin temposu o kadar yüksek ki, olaylar birbiri ardına o kadar adım adım ilerliyor ve salondaki gerilim git gide sinsice artıyor ki, bunları düşünüp kafanızı yormaya haliniz kalmıyor. Wolverine her şeye tanıklık ediyor işte, tanıklık etmekten başka pek bir şey yapmıyor. Ama tatmin edici sahneleri de var, Hugh amcamızın yaşlanmış olduğu çok belli. Ama kimse yeni bir Wolverine istemez herhalde. Hayatımda O'nun kadar boş ve şaşkın bakabilen başka bir oyuncu da görmedim zaten, böyle devam.

1970'lerin Amerika'sı çok güzel aktarılmış, kostüm tasarımları, saçlar gözlükler ceketler falan harika. Nixon var bir kere yahu, başarılı olduğuna inandığım bir canlandırmayla hem de. Gülümsemeden edemeyeceksiniz görünce.

Daha önce çekilmiş X-Men filmlerine bolca gönderme mevcut. Bu bağlamda seriyle de beraber ve ilerletici bir yapısı var. Hikayeyi sona erdirme niyetleri olmadığı için sıkıcı uzun vedalaşma planları, konuyu kapatalım derken üstünden özensizce geçilen noktalar yok. Aceleye getirilmiş, ondan da şundan da koyalım herkes coşsun diye yapmamış oldukları çok belli.

Sentinel'leri görmek isteyenleriniz illaki vardır. İlk olarak sanırım Last Stand'de karşımıza çıkmışlardı. Bu filmdeki hali vakitleri, görünüşleri gerçekten çok güzel.

Final de gözden yaş getirecek kadar dokunaklı, en azından benim için öyle oldu. 31'ine merdiven dayamış bir "manchild" olarak, tanıklık etmiş olduğum bu görsel şölen umarım sizi de duygulandıracak ve geçmişle hoş bir bağ kurmanıza yarayacaktır.

Sonuçta bu belki de tarihin en karmaşık çizgiroman serisinin beyazperde uyarlaması. Bu yüzden çocuksu olurken karmaşık, yaklaşık 15 yıllık bir sinema serüveninin son halkası olduğu için o kadar da yeni ve modern değil, ama bana kalırsa içerdiği o ruh, her şeye bedel. Evet, son Örümcek Adam uyarlamasında olmayan o ruh, bu arkadaşta var işte. Ama sakın ciddi, oturaklı, hayatınızı değiştirecek bir film beklentisiyle de gitmeyin.

Bakarsınız bir gün Disney hem Sony'i hem de Fox'u alır da, o zaman hepsini beraber izleyebiliriz, ne dersiniz?

Bence bu gelecek, beklenmeye değer.

Ha bu arada, hayatındaki geçerli ve süregelen durumdan ötürü geçmişe gitmeyi, geçmişteki kendisiyle yüzleşmeyi, geçmişte yapılmış en bir kritik hatayı arayıp bulup onu değiştirmek isteyen izleyici, sana diyorum. Kendime de diyorum;

Gerek yok,dokanmayın.

Naçizane puanım; x, X-Men sevginiz içinizdeki çocukla bağınızla orantılı bir sayı ise; X/10
Neden izlenmeli; Hughabs, Quicksilver'la aksiyon, J-law(tombiş Mystique)
Kimler izlesin; Çizgiroman severler
Evde izlenir mi?: Bluray'i çıktığında haber verin.

http://www.avclub.com/article/brief-history-alternate-histories-x-men-204776

Sunday, May 4, 2014

İnanılmaz Örümcek Adam 2 ( The Amazing Spider-Man 2)







                  Dramın bitmiyor be adam.











Sony'nin doğal olarak reboot ettiği Örümcek Adam serisi'nin 2. filmi vizyona geçtiğimiz hafta girdi. IMAX'de izlemesem öleceğim hastalığından muzdarip olduğum için bir 10 gün gecikmeyle en nihayetinde bugün gidip gördük. Çizgi-roman uyarlamarına ve özellikle Spidey'e olan ilgi/alakamdan ötürü coşku ve beklentiyle izlediğim bu 2 saati aşkın süreli yapım, ne yazık ki beklentilerimi karşılayamadı.

Gitmeden önce, filmi izlemiş olan ofis arkadaşlarıma, sonunda neler olduğunu sordum, aman dediler spoiler vermeyelim. Green Goblin, Gwen Stacy'i öldürüyor değil mi? diye sordum sonra, doğru soruyu sorunca tabii ki kayıtsız kalamadılar. Evet, ahanda size öküz gibi spoiler. Emastonreyiz ölüyor. Ama allahaşkına, Gwen Stacy'i bu filmde öldüreceklerini tahmin edemeyen, yukarıda paylaştığım resme ait sayıyı, o muhabbeti bilmeyen adam zaten çizgi-roman uyarlamasını neden izlesin?

İzleyecek olup da bu satırları okuyan okuyucu, senden de özür falan dilemiyorum.

Evet, ilk üçlemeyi tam 10 yıl sonradan takip eden yeni serinin bu ikinci bölümünde, Andrew Garfield aka Peter Parker, berbat saç traşıyla bütün film boyunca Emma Stone aka Gwen Stacy ile on/off bi aşk meşk olayları yaşıyor. Ne yazık ki bu izleyicide travma yaratabilecek düzeyde banal romantik haller filmin büyük bir bölümünü kapsıyor. Jamie Foxx, Electro'yu canlandırıyor ama pek bir olayı yok, teaser ve trailerdan ötürü benim çok daha karizmatik ve güçlü bir villian beklentim vardı açıkçası. Aslında bu filmin geneline, kötü yazılmış olan senaryodan ötürü yansımış. Olan biten dan dun gelişip ilerliyor. Sonunda da Gwen Stacy ölüyor evet. Bak işte, filmin en iyi çekilmiş, en güzel gerilimi yansıtan, ekol yeri de orasıydı. Artık Mary Jane'i bekliyoruz, 2 seneye görürüz umarım. Zaten Sinister Six'e de bağlayacaklar orası belli.

Aksiyon sahneleri, işte örümcek adamın Manhattan'da salındığı sahneler falan mükemmel. Şu zamana kadar izlediğim en iyi Örümcek Adam aksiyonu değil, ilk film çok daha iyiydi ama yıllar geçtikçe daha da inandırıcı hale geliyor görsel efektler. CGI çirkin durmamış yani, onu diyeyim.

Oyunculuklar fena değil. Dane Deehan, Harry Osbourne/ Green Goblin'i canlandırırken senaryoya kurban gidiyor mesela, en çok dikkatimi kendisi çekti. Emma Stone zaten ne yapsa ne dese iyi. Jamie Foxx da eh işte. Biz ne William Defoe'lar, Alfred Molina'lar görmüşüz.

Bu janra ait yapımların güzel OST'leri, score'ları olur aslında pek güzel. Danny Elfman ve Hans Zimmer ekol eserlere imza atmışlardır misal The Dark Knight, 90'lı yılların Batman'i gibi örnekler var. Ne yazık ki filmimizin böyle bir olayı yok, şarkı seçimleri de bence çok kötü ve manasızdı.

Çizgi-roman uyarlamaları, nerd ve geek'ler için yapılmıyor ve yapılmadı hiç bir zaman. O yüzden herkesi ya da die-hard fanları memnun etmek gibi bir dertleri yok bu yapımların. Örümcek Adam serisi zaten Box-Office'de yeni rekor kırsın diye yapılır hep, Broadway şovu bile var öyle düşünün. Yine de ilk film çok heyecanlandırmıştı beni, bu yüzden hayal kırıklığına uğradım desem yeridir.

Potansiyelini iyi kullanamamış bir yapım yani, insanın siniri bozuluyor izledikten sonra.

Naçizane Puanım: 4/10

Neden İzlenmeli: Salınan Örümcek-Adam sahneleri.

Bunları sevenler izlesin: Emma Stone, Örümcek-Adam, amerikan traşı(öyk)

Evde izlenir mi?  Arada uyuklatabilir, ciddiyim.

Monday, April 28, 2014

Uyumsuz (Divergent)








 Bu dövme ve tasarımı için çok çalışılmış, aktör dövme yapılırken caz dinlemiş.

Gerçekten de; "Doqan bana!" diye bağırıyor değil mi?





Kolay okunan ve hızla tüketilebilen kitap serilerinden size de gına gelmedi mi? Çoğunluğu, gavurların "Teen Adult" dediği ergenlik sonrası yaşlardaki gençlerimize pazarlanan bu ürünler sağolsun herkes bilimkurgu okur oldu diye düşünmemiz gerekiyor sanırım. Açlık Oyunları ile başlayan bu endüstriyel edebiyat serüveni beyazperdeye illaki sıçrayacaktı. Twilight'ın bıraktığı boşluğu doldurmak için sanırım Açlık Oyunları yeterli olmadı ki, holivut hiç gecikmeden karşımıza başka bir kitap serisini sundu.

23 yaşında yazmaya başladığı seri ile dünyaca ün kazanan Veronica Roth'un üçlemesinin ilk bölümünün sinemaya uyarlanması konumuz, evet. Endüstriyel sinemanın son örneklerinden biri olan Uyumsuz, geçtiğimiz haftalarda gösterime girdi sonunda. Karambole getirip izleme şerefine eriştik biz de.

Bir not olarak, nostaljik sinema deneyimi yaşamak isteyenler için Cinemajestik iyi bir seçim, yıllardır burada film izlemiyordum, pek kalabalık da olmadığı için rahat rahat 10 dakika ara saçmalığı da olmadan filmimizi izledik. Perde ve ses sistemi de yerli yerindeydi, aklınızda bulunsun.

Uyumsuz, belki de hayatımda izlediğim en kötü filmlerden biri. Bunu izlemeye başladıktan takriben 10 dakika sonra anladım ve kendisini bir komedi filmi olarak izledim. Baya da eğlendim. Bu yüzden sizlere oyuncularından yönetmenine, işte çıkarımlarımdan analizine ve daha bir çok şeyiyle irdelenmiş bir film eleştrisi/deneyimi sunacak halim pek kalmadı. Bu yüzden madde madde aklıma gelenleri sıralayacağım ben de filmle alakalı;

- Başroldeki kızımız iri kemikli ve gür saçlı(genelde).Filmin başında saçları toplu sonra açılıyor. Saçları dalgalandıkça coşan bir karaktere sahip.

- Kate Winslett ve Ashley Judd oynuyor. Nedenini çözemedim.

- Genç kızlarımıza örnek olsun diye baş karakterler sevişmiyor. Birbirlerine temas edip öpüşüyorlar sadece.

- Zenciler ve Amerikan aksanından başka aksanda ingilizce  konuşan herkes kötü adam.

- Dünyayı kurtaracak olsan da evlenmeden sevişmek yasak. Anca oranı buranı yanlışlıkla elletip öpüşebiliyorsun.

 Unutmadan, hemen gidip bir disütopya yazmaya başlayın, baş kahramanınız 15 yaşlarında at kuyruklu saçlarıyla bir genç hanımkızımız olsun. Dünyayı bir kaç parçaya bölün, parçalara anlaşılabilir kavramlar üzerinden kalıplaştırın. Bir parça kötü taraf olsun, kız da dünyayı bunlardan kurtarsın. Anında filmini çekerler. Biz çalışmalara başladık valla, piyasa bunu istiyor. Evet her yerde dalır işareti gören bir insanım.

Bunun bir devam filmleri gelecek, çok sevinçliyim. İsteyen bu kadar komik film çekemiyor.

Bu şeye puan falan veremiyorum. Öyle ev de olmaz olsun.





Thursday, April 3, 2014

The Broken Circle Breakdown(Kırık Çember)




Akademi ödülleri arasında en çekemediğim ve saçma bulduğum kategoridir Yabancı Dilde En İyi Film. Dünya sinemasının belki de en tırt, ana akıma hizmet eden örnekleri her sene bu ödülü almak için yarışırlar. Ülkemizden bir tane film bile henüz aday olamadı diye biliyorum, bunu bile başaramamış olmak var bir de tabii Türk Sineması adına. Hoş; belediye seçimleri sonrası oyları tekrar tekrar sayılan bir ülkenin sinemaya ne kadar ihtiyacı var ki? Zaten kurguya gerek olmadan her gün farklı bir absürd kara komedi tandansında hayat sürüyoruz.

Konumuza dönersek;

The Broken Circle Breakdown; ülkemizdeki gösterim adıyla Kırık Çember,  Belçika sinemasının son dönemdeki gözde örneklerinden biri olarak bize sunuldu 2013'te. Öyle ki akademi tarafından adaylık bile kazanmış geçtiğimiz sene, tahmin edeceğiniz üzre de üst paragrafta bahsettiğim tırt yapımlardan biri ne yazık ki. Ortasında çıkmamak için kendimi zor tuttuğum onca filmden biri oldu benim için, sebeplerini aşağıda sıralamaya çalışacağım . 

Buralarda önce Filmeklimi 2013'de, sonra da vizyonda gösteriime girmiş olmasına rağmen en sonunda bu hafta, Yeşilçam'da izleme şansına eriştim Kırık Çember'i. İstanbul'da oturanlarınız bilir; alternatif sinema örneklerinin son durağı Yeşilçam Sineması'dır. Buradan da işletenlere, emekçilerine saygılarımızı sevgimizi sunalım.

Felix van Groenigen'in 4. uzun metrajı olan Kırık Çember, Elise ve Didier'in yaklaşık 10 yıl süren ilişkisini, zamanda bir ileri bir geri, sonra iki geri üç ileri giderek ve bunu çok matah bir şeymiş gibi bütün film boyunca yaparak anlatıyor. Başrol oyuncusu Johan Heldenberg'in aynı adlı oyunundan senaryolaştırıp bir de başkarakteri(Didier) canlandırdığı yapımda eşi Veerle Batens'de Elise rolüyle yeralıyor. Çocuk oyuncu Nell Cattrysse de kahramanlarımızın 6 yaşındaki kızı Maybelle'e hayat vermiş.

Belçika'nın ortasında boş bir arazide, o arazinin de ortasında bir karavanda yaşayan Didier, şehre inip dövme yaptırmaya gittiğinde Elise(dövmeli/dövmeci kız) ile tanışıyor. Aralarında hayatımda gördüğüm en manasız dialoglardan biri geçiyor ve gidip gördüğüm kanlı canlı her amerikalıdan daha amerikalı duran ve konuşan Didier bir şekilde Elise'yi tavlıyor ve blue grass tarzı müzik yapan grubunun konserine davet ediyor.  Blue grass dinlememiş, bilmeyen olanlarınız için, amerikan country ve folk müziğinin bir alt kolu olduğunu söyleyebilirim. Elise konser'e geliyor, bunlar kavuşuyorlar derken olaylar gelişiyor. 

Buraya kadar anlattıklarım eğer size de bana verdiği gibi bir fantastik film, bir D&D hikayesi okuyormuş tadı vermediyse ne ala, karşınızda pek ala düzgün çekilmiş bir aşk filmi var, ağır melodram, ekol drama.

Açıkçası, bu kadar amerikan sempatizanlığı bana bile fazla geldi, filmin orijinal adı ingilizce yahu! Müzikal altyapısı her ne kadar sağlam, şarkılar belli ki güzel bestelenmiş söylenmiş olsa da allah için Belçika'nın orta yerinde kim blue grass dinler yahu? Öyle bir çift düşünün ki, en büyük kavgalarında, işte o patlama anında birbirlerine ingilizce küfrediyorlar. Kimse kusra bakmasın da hiç inandırıcı değil. Sonuna kadar sırf  şunları yazabilmek için katlandım bu bayık ve saçma hikayeye.

Sinirden haftalardır bitiremediğim bu yazıyı daha fazla uzatmak da istemiyorum. Gidenleriniz gidip beğenmiş zaten, allah akıl fikir versin ne diyim.

Naçizane puanım; 2/10

Evde izlenir mi ? Beni çağırmayın da ne yaparsanız yapın.






Monday, March 24, 2014

Allacciate le Cinture (Kemerlerinizi Bağlayın)







        İşini bilen yönetmen diyorum.










Kanser, hayatta duymaktan en çok korktuğum kelimelerden biri. O'nu sadece bir hastalık olarak görebilmeyi çok isterdim. Aranızda kanser yüzünden bir yakınını ya da anne-babasını kaybetmiş olanlarınız varsa beni iyi anlar, böyle bir durumu yaşadıktan sonra bu bela sizin için başka bir gerçekle özdeşleşir;ölümle.

Meme kanseri, geçtiğimiz bir kaç yılda popüler kültürde kendine bir yer edinmeye başladı, farketmişleriniz vardır. Yerli/yabancı meşhurların bu hastalığa yakalanmaları ve  hastalığın yaygınlaşması ya da bu gerçeğin üstüne basılması toplumsal bilinci etkiledi. Hastanelerde mamografi kuyruklarına yol açtı(oha!). Ancelinacoli'nin memelerini küçültmesine varan sonuçlara ulaştı meme kanseri korkusu yeryüzünde. Kanserin nice türlüsüne nazaran meme kanseri, erken teşhisle hastanın tedavi sürecinden sağ salim çıkması çok daha olası olan bir hastalık, her zaman tedbirli ve bilinçli olmakta fayda var diyip konuyu kapatıyorum.

Kemerlerinizi Bağlayın, Ferzan Özpetek'in 11. uzun metraj çalışması ve bu sert girişe sebebiyet veren bir  hikaye yapısına sahip. Her ne kadar, meme kanserine yakalanan başkarakterinin başından geçenleri mizahla yoğurarak seyirciye aktarmaya çalışsa da, bu çaba filmi sırf ele aldığı konu üzerinden ağır ve sert bir yapıya sahip olmaktan kurtaramıyor.. Benim gibi  en yakınlarından birini kansere kaybetmiş kimi izleyiciler için izlemesi o kadar da keyifli olmayabilir, notumuzu düşelim.

Filmimiz, stilize çekilmiş bir tek planla açılıyor. Sağanak yağmur altında, bir otobüs durağında sıkış tepiş bekleşen insanların arasında iki başkarakterle tanışıyoruz. Balık baştan kokar derler ya, hikayenin geri kalanının bu ikisi arasında gelişeceğini de buradan anlıyoruz aslında. Elena ve Antonio arasında başlayan ilişkiyi, aralarındaki aşkı ve kavuşmalarını anlattıktan sonra ani bir şekilde 13 yıl sonrasına atlayan hikaye; büyük aşklarla başlayan ilişkilerin, evlilik ve çoluk-çucuğa karışmayla ne hale gelebileceğini gösteriyor gibi derken, Elena meme kanseri olduğunu öğreniyor. Sonrası Elena'nın ve ailesinin kanserle mücadelesi ve başedişini işliyor. Elbette İtalya'^da geçiyor bu arada.Gidip izleyin diye anlatmıyorum geri kalanını.

Ferzan Özpetek'in diğer filmleri gibi ana ekseninde kadının gözünden aşka yer veren Kemerlerinizi Bağlayın, yönetmenin alametifarikası bazı planlar ve kamera oyunları dışında pek bi' numarası olmayan bir deneme. Hikayesinin temelinde bulunan boşluk ve eksiklikler senaryoyu inandırıcılıktan uzak kılarken, oyunculuklar da bu fazla özenilmeden yazılmış gibi duran hikayeyle tutarlı olarak vasatlar. Yönetmenin hikayelerindeki olmazsa olmaz öğeler olarak sıralayabileceğimiz, eşcinsel yakın arkadaş ve hikayesi, aile ve mahalle ortamı(baskısı), birbirlerinin hayatlarının içine bodozlama girmiş arkadaş ve aile üyeleri bu filmde de mevcut. Bolca yan karakter ve dikkat dağıtıcı hikayeye katkı sağlayan/sağlamayan öğe var. Elena'nın kanserle mücadelesi ise yine bana kalırsa zayıf bir anlatımla hikayede yerini alıyor.Daha önce hiç bir F.Ö. filminde görmediğim kadar zorlama komiklik, şaka ve abartılı mizah da nedense bu filme denk gelmiş. Kanserle dalga geçilmez mi, çok da güzel geçilir ama böyle değil bana kalırsa.

Ferzan Özpetek'in pek bir sevdiği Sezen Aksu sanırım ilk defa arkada bırakılıyor K.B.'da. OST sanki özellikle kötü sıralanmış şarkılarla dolu, yine güzel video klip tandansına sahip anlar var filmde ama o bütünlük yok işte. Film müzik albümlerini gözü kapalı alacağınız bir yönetmendir aslında kendisi, hayal kırıklığına burada da uğradım.

Antonio'yu canlandıran Francesco Arca, özellikle çok kötü bir oyunculuk sergilemiş. Kamera önünde yarı çıplak oradan oraya dolanıyor, arada bir şeyler yapıyor söylüyor ve ileriye dimdik dehşet içinde bakıyor. Elena rolünde Kasia Smutniak ise başarılı diyebileceğim bir performansa imza atmış. Ama bu ikili arasında bir uyum göremiyoruz, bu da filmin inandırıcılğına bir darbe daha indiriyor. Günümüzde, insanların artık biraz da aşka inanmak, aşkın hala en azından kendisinden başkaları için varolabileceğini görmeye sinemaya gittiklerini varsayan biri olarak, hikayenin temelinde yer alan bu koşulsuz aşkın reelliğine kanmak bana biraz zor geldi.

Sonuçta karşımızda orası burası eğri duran, neresinden çeksen diğer tarafı açıkta kalan bir yapım var. İzleyicisi elbette olacaktır, sonuçta Ferzan Özpetek hem LGBT oluşumunun bir öğesi, hem saygı duyulan bir yönetmen hem de Avrupa'daki gururlarımızdan, övündüğümüz değerlerimizden biri değil mi? 

Neden oralarda yaşadığının, aramızda olmadığının pek bir önemi yok nasılsa.Uzaktan bakıp gıpta etmekten, vizyona giren son filmine gitmekten başka elimizden ne gelir ki!

Değil mi?

Naçizane notum; 3/10

Neden izlenmeli? Kumsal sahneleri için(bkz: üstteki resim).

Bu filmleri sevenler bi şansını denesin; Karşı Pencere

Evde izlenir mi? Pek sanmıyorum.





Saturday, March 15, 2014

Mavi Yasemin (Blue Jasmine)






    Deliliğe övgü anasını satayım!








Akademi ödüllerinin bir sinemasever için önemi çok büyüktür. Sinemanın bir endüstri olarak algılanmasına, değerinin kazandığı heykelciklerle ölçülmesine sebebiyet verse de her sene Mart ayını iple çekmemizi sağlayan bir etkinliktir Oscar Ödül Töreni.

Kırmızı halı yürüyüş tandansından, kazananların konuşmalarına, kaybedenlerin hayıflanışına kadar uzanan bu gösteri dünyasının en önemli etkinliği sağolsun, törende ödül kazanmış filmler tekrar gösterim şansı kazanırlar sinemada. 

Mavi Yasemin de Cate Blanchett'ın kazandığı En İyi Kadın Oyuncu ödülü vesilesiyle tekrar vizyona girdi ve gidip izleme şerefine eriştim. Daha ne kadar gösterimde kalır, şimdiye kadar bir şekilde izlememiş olanlarınız varsa yetişebilirler mi bilemiyorum. 

Bir fırsatını bulabilirseniz gidin, kadın oynamış.

Woody Allen'ın son yıllarda çektiği en iyi filmi olarak gösterilen Mavi Yasemin'in hikayesi yönetmene ait olsa da; altı çizilmemiş olarak, Tenesse Williams'ın yazmış olduğu bir oyun olan A Streetcar Named Desire'dan esinlenilmiş gibi duruyor. Bahsi geçen oyunun, Broadway showlarından sinemaya, oradan da TV şovlarına uyarlanmış bir çok versiyonu bulunmakta. Woody her ne hikmetse hikayeyi bir kez daha kendince yorumlayıp sinemaseverlerle buluşturma ihtiyacı duymuş. 

Günümüzde geçen yapımda, Jasmine(Cate Blanchett)'in hikayesine günümüz ve geçmiş üzerinden anlatılan paralel kurguyla tanık oluyoruz. New York'da yaşadığı şaşalı hayatın çöküşü üzerinden tabiri caizse deliren Jasmine, kendini yine kendisi gibi evlat edinilmiş kardeşinin yanında, San Fransico'da buluyor ve bu yeni hayatına adapte olmaya çalışıyor. San Fransico'da bir sığıntı olarak başından geçen bir sürü olaya tanıklık ederken geçmişi hakkında da bir sürü şey öğreniyoruz ve hayatındaki bazı kırılma anlarına ortak oluyor, sebeplerini öğreniyoruz. Derken film bitiyor. Karşımızda bir başarı hikayesi yok tabii ki, varoluşsal bir yolculuk bu hayatın kendisi gibi. Ve vardığı yer de o kadar iç açıcı değil. Filmden çıktığımda bir saat kendime gelemediğimi belirteyim.

Woody Allen'ın izlediğim bütün filmlerinden ayrı olarak önümüzde çok ağır bir karakter draması var. Bunda hikayenin gidişatı da etkili fakat asıl büyük payı Cate Blanchett'ın oyunculuğu alıyor. Yeraldığı her sahneyi tabiri caizse gerçeğe taşıyan oyunculuğu sayesinde C. B., kendi başına da bir karakter yaratıp onu bizim için bir buçuk saatliğine gerçeğe dönüştürüyor. Allen sinemasında olağan karşılanan absürd ve sürreale yakın tesadüfler ve Allen'ın alışılagelmiş mizah anlayışı bu filmde kendisini pek göstermiyor. Karakterlerine her zaman biraz aşağıdan bakan, anlattığı her duygu ve olayla dalgasını geçen yönetmenimiz bu filminde biraz ağır takılmış. Arada iki kahkaha atacağınız hafif bir hikayesi ve anlatımı yok filmin.

Yüreğinize oturuyor diyim.

Jasmine içinde bulunduğu gerçekliği daima kendi yarattığı ilüzyonlar üzerinden tanımlayıp kendini kandırmaya meyilli bir karakter. İsmini Jeanine'den Jasmine'e çevirmesi boşuna değil, kendini ve çevresindekileri inandırmaya çalıştığı paralel gerçekliğin temeli burada yatıyor aslında. Evli olduğu dönemde kocasının(Alec Baldwin) onu aldattığını ya da başka insanların paralarını ve hayallerini suitimal ederek ve kullanarak zengin oluşunu görmezden geliyor. Yanılsamaları üzerinden kendini devamlı olmak istediği insan olarak görebiliyor, bunu başarabildiği kadar mutlu. Hakikatlerin üzerinde yarattığı basıkıyı işe yaramasa da kullanmaya devam ettiği Xanax ve içtiği tonla içkiyle azaltmaya çalışsa da çok başarılı olduğu söylenemez.

Kardeşinin yanına taşındığında, O'nun da hayatını bu ilüzyonlarla etkilemeye başlıyor. Kendi yarattığı yapay gerçekliğin ve kendine verdiği yapay değerin üzerinden oluşturduğu tahakkümü kardeşi üzerinde de etkili oluyor. Jasmine'le tamamen zıt bir karakterde olan Ginger(Sally Hawkins) iki çocuklu dul bir kadın. Eski kocasıyla ayrılmasına da bir yerde Hal(Alec Baldwin), Jasmine'in kocası sebep olmuş. Yeni erkek arkadaşı da eski kocasıyla çok yakın karakterde, kendisi gibi kıt kanaat geçinen, alt tabakadan gelen Augie(Andrew Dice Clay) ile de mutlu mesut bir hayatları var. Tabii ki gelişen hikayede bu ilişki de Jasmine üzerinden etkileniyor ve kendilerini bir partide bulduklarında Ginger, Al(Louis C.K.) ile tanışıyor ve bu sayede o da kardeşi gibi bir yanılsama üzerinden paralel gerçekliğe adım atıyor. Augie ile ilişkisi yapıbozuma uğruyor. Jasmine de partide tanıştığı bir politikacı olan Dwight(Peter Sarsgaard) ile bir ilişkiye başlıyor, tamamen kendi kurguladığı bir karakter olarak kendini sunarak, içinde bulunduğu sarmalı devam ettiriyor. Filmin sonuna geldiğimizde bütün bu yanılsamalara sebep veren aynalar kırılıp perdeler iniyor elbette. Hikaye zaten bize bir mutlu son vaadinde bulunmuyor.

Cate Blanchett, bizi kendisinin Jasmine olduğuna inandırırken o kadar iyi bir oyunculuk sergiliyor ki, yer yer gerçeğe tanık olduğunuzu düşünebilirsiniz. Bu aynı zamanda bir kaç katmanlı bir oyunculuk, Jasmine'in gerçekliği kadar, karakterin kendini inandırdığı gerçekliğe de Jasmine üzerinden inanıyoruz. Çok uzun zamandır bu kadar iyi bir oyunculuk görmemiştim. Bir insan nasıl delirir? Ya da delilik nasıl bir şey diye düşündüğümde aklıma bu oyunculuğun geleceğinden eminim artık. Hayatımda da tanık olduğum bazı insanların bazı hallerine selam eden, bu delilik tanımını dolduran performans doğal olarak Akademi tarafından da ödüllendirildi. 

Yan rollerde Alec Baldwin, büyük ihtimalle gerçek hayatında da olduğu gibi adi bir adamı canlandırıyor ve bunda çok başarılı. Ginger rolünde Sally Hawkins de hatrı sayılır bir oyunculuk sergiliyor. Ama bu iki karakterden çok daha göze batan Augie, Andrew Dice Clay sağolsun kanlı canlı bir gerçekliğe sahip. Andrew kardeşimizin yeralacaığı yapımları takibe almak gerek diye düşünüyorum. Louis C. K., Al'ı perdeye taşırken pek kasmamış, zaten bana kalırsa iyi bir oyuncu da değildir. Yine de kendisini görmek güzel.

Mavi Yasemin, bu etmenler üzerinden çok başarılı bir psikolojik gerilim olarak tanımlanabilir. Ve yapıt üzerinden kendi hayatımıza baktığımızda gerçekte kim olduğumuzu ve zaman zaman her şeyi katlanılabilir kılmak için üstlendiğimiz roller, kendimizi kandırdırdığımız yalanlar, görmezden geldiğimiz gerçekler için kafa yorabiliriz bana kalırsa. Bu açıdan bakıldığında film izleyici için bir doğru ayna görevi de görüyor. 

Sırf bunun için bu filmi ne yapıp edip izlemenizi rica ediyorum.

Naçizane puanım; 8/10

Neden izlenmeli? Yazıyı okumayanlar için, Cate Blanchett

Bu filmleri izleyenlerin ilgisini çekebilir; Matchpoint, A Streetcar Named Desire

Evde izlenir mi? Tabii ki, zaten başka şansınız kalmadı sanırım.  







Monday, February 24, 2014

Sadece Aşıklar Hayatta Kalır(Only Lovers Left Alive)





Buzparmak hala var mı yahu?









Amerikan bağımsız sinemasının en "cool" ve bilindik yönetmenlerinden Jim Jarmusch, vampir mitinden beslenen kendi yazıp yönettiği son filmi Sadece Aşıklar Hayatta Kalır'la canım ülkemin salonlarına bir kez daha teşrif ediyor.

Başka Sinema adlı oluşum sağolsun, bu denemenin de konusu olan bu bağımsız sinema örneği gibi, vizyonda seyirci çekmeyeceği düşünüleceği için gösterime giremeyen yapımlar, ülkenin bir kaç şehrinde gösterime girip seyirciyle buluşabiliyor. Kendilerine ait bir linki de paylaşıyorum, gidin bir bakın bakalım.

https://www.facebook.com/baskasinema

Filmi çok yakın bir arkadaşımla tesadüfen izleme şerefine nail olduğumu belirteyim, hayat bazen böyle sağ gösterip sol vurabiliyor. Beyoğlu Pera'da, küçücük bir salonda full gişe yapmış bir Perşembe akşamı seansında, bütün salon bu Jim Jarmusch güzellemesine tanık olduk.

S.A.H.K., Detroit ve Tanca'da geçen bir aşk hikayesi. Hikayemizin kahramanları kelimenin tam anlamıyla ezelden beri beraber olan Adam ve Eve adlı iki 40'larının ortasında(en azından öyle görünüyorlar.yken lanetlenmiş vampir. Biri Detroit(Adam), diğeri Tanca(Eve)'de yaşam(!)larını sürdürürken Adam'ın haline acıyan Eve kalkıp Detroit'e geliyor. Sonra başlarından bir kaç olay geçiyor, filmimiz bitiyor. "Vampire Diaries"'in, izleyenler bilir,  mevzubahis dizinin 5 dakikasında olan biten ekşını 2 saate yayan yapım, izleyiciye durağan ve doğrusal bir hikaye sunuyor.

Açılış sekansından tabiri caizse "garip" bir şeyle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. İki baş karakterin üzerlerinde dönen kamera, bir plağın pikap üzerinde oynayışıyla bütünleşirken yavaşça karakterlerimizi tanıyoruz. Bu iki, hepimizden çok "insani" vampir, evlerinden dışarı çıkıp bizim gibi binbir çileyle, kredi kartlarıyla, sıralarla, torbalarla uğraştığımız gibi mücadele verip besinlerine kavuşuyorlar.Yaşantılarına hepimiz gibi devam ediyorlar aslında, anlatılan hikayede geçen diyaloglar ve olan biten o kadar doğal ilerliyor ki, bu sakin akıcılığın içinde kayboluyoruz adeta. Arkada çalan müzik, Josef Van Wissem imzası taşıyor ve hipnotize edici bir etkisi var. Müziğin yapımdaki yeri, Adam'ın da bir müzisyen olmasıyla hikayeyi güçlendiriyor. OST'yi de özellikle tavsiye ediyorum bu arada.

Görüp geçirdiği her şey olmasa da büyük bir kısmına, geçip giden zamana karşı tutunulacak bir dal olarak yaklaşan, geçmişe sımsıkı bağlı Adam, etrafta kimsenin yaşamadığı, terkedilmiş bir semtte oturup kelimenin tam anlamıyla "bayıyor." Bu baygınlığı müziğine yansıtıyor ve meşhur olmasına ramak kalmış, istediklerini yaptırdığı, sırrını bilmeyen insan arkadaşı sayesinde müzik piyasasında tanınıyor. İnsanlardan kaçarken, sanatçılığın ve sanatın en büyük çelişkilerinden olan, yapıtın başkasına mal olması yüzünden çaresiz bir şekilde durduğu yerde kıvranıyor ve kendini öldürmeyi kafasına koymuş durumda. Bu bedbaht depresyonun farkına varan Eve, huzur içinde takıldığı Tanca'dan kalkıp yanına geliyor aşkının ve onu vazgeçiriyor, hem de kim bilir kaçıncı kez! Sonrasında Eve'in kardeşi de yanlarına geliyor, derken başka bir sürü hikayeyi sona erdirecek olayla karşılaşıyoruz, Tanca'ya beraber dönmek zorunda kalıyorlar. Derken film bitiyor.

Tom Hiddleston ve Tilda Swinton başrollerde berbat oyunculuklar sergiliyorlar ne yazık ki. İkisinden de ayrı ayrı irrite olarak 2 saatim geçti. Belki bu kadar tanınımış iki yüz bu kadar naif bir hikayeye fazla geldi, belki de gerçekten ikisi de gerçekten kötü oyunculardır, bilemiyorum. Bir ikili olarak da kimyaları yine bu kötü oyunculuk yüzünden fena değil. Yan roldeki Jon Hurt ise hikayeye katkı sağlamayan başka bir vampiri canlandırıyor, eh ne diyim fena iş çıkartmamış. Eve'in kardeşi(!) Ava'yı canlandıran Mia Wasikowska ise en duru ve iyi oyunculuğu sergiliyor bana kalırsa, filme canlılık getirdiğini söyleyebilirim.

Yönetmenimiz, derdini maalesef bu oyuncuların kişisel performanslarına dayandırarak anlattığı hikayede, insanlık tarihinden ve karakterlerin bu hikayedeki rollerinden dem vururken, insanın kendisi ve varoluşunun anlamsızlığından bahsediyor, mesaj kaygısı taşımadan tüketim toplumunu eleştiriyor, biz insanlara yitip giden hayatlarımızın ne kadar anlamsız olduğunu gösteriyor. Bunu yaparken aşkı yüceltmesi, bir ikiliye odaklanması ise amacına ters düşmüyor, sadece aşkın geçen zamanı yaşanır kıldığına parmak basarken belki siz de benim gibi kendi hayatına tanık olan, onun hayatına tanık olduğunuz o elmanın diğer yarısını arayacak ve hayıflanacaksınız, bilemiyorum.
   
Film gerçekten Detroit ve Tanca'da çekildiği için bu iki şehrin ambiyansı asılsı bir katkıda bulunuyor hikayeye. Özellikle Tanca sahneleri çok etkileyici bana kalırsa, başka bir dünyada buluyorsunuz kendinizi. Buralara Tanca hakkında bir şeyler yazmayı çok isterdim ama merak edenleriniz gider araştırır isterse diye tutuyorum kendimi, sadece büyülü bir yer diyim. Ve film bu büyüyü bize yansıtmayı başarmış.

Sadede gelirsem, sadece sinemada, o güzelim anfilerden gelen müziğin yarattığı atmosfer ve geçtiği şehirlerin karanlığını ifade eden görüntü yönetimiyle izlenebilir olan bir film bu. Ve kesinlikle bir "Twilight" benzeri bayağılığı yok, eğlenceli ve sürükleyici olduğunu da öne süremem ama çıktıktan sonra izleyiciyi düşünmeye, sorgulamaya iten bir yapısı var. Bu yüzden tavsiyem gidin sinemada izleyin, sonra da benim yaptığımı yapın ve OST'yi dinleyin, pişman olmayacaksınız.

Naçizane puanım; 6.66/10

Evde izlenir mi? Kanepede uyuklamak istiyorsanız.

Neden izlenmeli? Müzik ve Tanca.

Bu filmleri sevenler izlesin; Interview with the Vampire, Stranger Than Paradise