Buzparmak hala var mı yahu?
Amerikan bağımsız sinemasının en "cool" ve bilindik yönetmenlerinden Jim Jarmusch, vampir mitinden beslenen kendi yazıp yönettiği son filmi Sadece Aşıklar Hayatta Kalır'la canım ülkemin salonlarına bir kez daha teşrif ediyor.
Başka Sinema adlı oluşum sağolsun, bu denemenin de konusu olan bu bağımsız sinema örneği gibi, vizyonda seyirci çekmeyeceği düşünüleceği için gösterime giremeyen yapımlar, ülkenin bir kaç şehrinde gösterime girip seyirciyle buluşabiliyor. Kendilerine ait bir linki de paylaşıyorum, gidin bir bakın bakalım.
https://www.facebook.com/baskasinema
Filmi çok yakın bir arkadaşımla tesadüfen izleme şerefine nail olduğumu belirteyim, hayat bazen böyle sağ gösterip sol vurabiliyor. Beyoğlu Pera'da, küçücük bir salonda full gişe yapmış bir Perşembe akşamı seansında, bütün salon bu Jim Jarmusch güzellemesine tanık olduk.
S.A.H.K., Detroit ve Tanca'da geçen bir aşk hikayesi. Hikayemizin kahramanları kelimenin tam anlamıyla ezelden beri beraber olan Adam ve Eve adlı iki 40'larının ortasında(en azından öyle görünüyorlar.yken lanetlenmiş vampir. Biri Detroit(Adam), diğeri Tanca(Eve)'de yaşam(!)larını sürdürürken Adam'ın haline acıyan Eve kalkıp Detroit'e geliyor. Sonra başlarından bir kaç olay geçiyor, filmimiz bitiyor. "Vampire Diaries"'in, izleyenler bilir, mevzubahis dizinin 5 dakikasında olan biten ekşını 2 saate yayan yapım, izleyiciye durağan ve doğrusal bir hikaye sunuyor.
Açılış sekansından tabiri caizse "garip" bir şeyle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. İki baş karakterin üzerlerinde dönen kamera, bir plağın pikap üzerinde oynayışıyla bütünleşirken yavaşça karakterlerimizi tanıyoruz. Bu iki, hepimizden çok "insani" vampir, evlerinden dışarı çıkıp bizim gibi binbir çileyle, kredi kartlarıyla, sıralarla, torbalarla uğraştığımız gibi mücadele verip besinlerine kavuşuyorlar.Yaşantılarına hepimiz gibi devam ediyorlar aslında, anlatılan hikayede geçen diyaloglar ve olan biten o kadar doğal ilerliyor ki, bu sakin akıcılığın içinde kayboluyoruz adeta. Arkada çalan müzik, Josef Van Wissem imzası taşıyor ve hipnotize edici bir etkisi var. Müziğin yapımdaki yeri, Adam'ın da bir müzisyen olmasıyla hikayeyi güçlendiriyor. OST'yi de özellikle tavsiye ediyorum bu arada.
Görüp geçirdiği her şey olmasa da büyük bir kısmına, geçip giden zamana karşı tutunulacak bir dal olarak yaklaşan, geçmişe sımsıkı bağlı Adam, etrafta kimsenin yaşamadığı, terkedilmiş bir semtte oturup kelimenin tam anlamıyla "bayıyor." Bu baygınlığı müziğine yansıtıyor ve meşhur olmasına ramak kalmış, istediklerini yaptırdığı, sırrını bilmeyen insan arkadaşı sayesinde müzik piyasasında tanınıyor. İnsanlardan kaçarken, sanatçılığın ve sanatın en büyük çelişkilerinden olan, yapıtın başkasına mal olması yüzünden çaresiz bir şekilde durduğu yerde kıvranıyor ve kendini öldürmeyi kafasına koymuş durumda. Bu bedbaht depresyonun farkına varan Eve, huzur içinde takıldığı Tanca'dan kalkıp yanına geliyor aşkının ve onu vazgeçiriyor, hem de kim bilir kaçıncı kez! Sonrasında Eve'in kardeşi de yanlarına geliyor, derken başka bir sürü hikayeyi sona erdirecek olayla karşılaşıyoruz, Tanca'ya beraber dönmek zorunda kalıyorlar. Derken film bitiyor.
Tom Hiddleston ve Tilda Swinton başrollerde berbat oyunculuklar sergiliyorlar ne yazık ki. İkisinden de ayrı ayrı irrite olarak 2 saatim geçti. Belki bu kadar tanınımış iki yüz bu kadar naif bir hikayeye fazla geldi, belki de gerçekten ikisi de gerçekten kötü oyunculardır, bilemiyorum. Bir ikili olarak da kimyaları yine bu kötü oyunculuk yüzünden fena değil. Yan roldeki Jon Hurt ise hikayeye katkı sağlamayan başka bir vampiri canlandırıyor, eh ne diyim fena iş çıkartmamış. Eve'in kardeşi(!) Ava'yı canlandıran Mia Wasikowska ise en duru ve iyi oyunculuğu sergiliyor bana kalırsa, filme canlılık getirdiğini söyleyebilirim.
Yönetmenimiz, derdini maalesef bu oyuncuların kişisel performanslarına dayandırarak anlattığı hikayede, insanlık tarihinden ve karakterlerin bu hikayedeki rollerinden dem vururken, insanın kendisi ve varoluşunun anlamsızlığından bahsediyor, mesaj kaygısı taşımadan tüketim toplumunu eleştiriyor, biz insanlara yitip giden hayatlarımızın ne kadar anlamsız olduğunu gösteriyor. Bunu yaparken aşkı yüceltmesi, bir ikiliye odaklanması ise amacına ters düşmüyor, sadece aşkın geçen zamanı yaşanır kıldığına parmak basarken belki siz de benim gibi kendi hayatına tanık olan, onun hayatına tanık olduğunuz o elmanın diğer yarısını arayacak ve hayıflanacaksınız, bilemiyorum.
Film gerçekten Detroit ve Tanca'da çekildiği için bu iki şehrin ambiyansı asılsı bir katkıda bulunuyor hikayeye. Özellikle Tanca sahneleri çok etkileyici bana kalırsa, başka bir dünyada buluyorsunuz kendinizi. Buralara Tanca hakkında bir şeyler yazmayı çok isterdim ama merak edenleriniz gider araştırır isterse diye tutuyorum kendimi, sadece büyülü bir yer diyim. Ve film bu büyüyü bize yansıtmayı başarmış.
Sadede gelirsem, sadece sinemada, o güzelim anfilerden gelen müziğin yarattığı atmosfer ve geçtiği şehirlerin karanlığını ifade eden görüntü yönetimiyle izlenebilir olan bir film bu. Ve kesinlikle bir "Twilight" benzeri bayağılığı yok, eğlenceli ve sürükleyici olduğunu da öne süremem ama çıktıktan sonra izleyiciyi düşünmeye, sorgulamaya iten bir yapısı var. Bu yüzden tavsiyem gidin sinemada izleyin, sonra da benim yaptığımı yapın ve OST'yi dinleyin, pişman olmayacaksınız.
Naçizane puanım; 6.66/10
Evde izlenir mi? Kanepede uyuklamak istiyorsanız.
Neden izlenmeli? Müzik ve Tanca.
Bu filmleri sevenler izlesin; Interview with the Vampire, Stranger Than Paradise