Monday, February 24, 2014

Sadece Aşıklar Hayatta Kalır(Only Lovers Left Alive)





Buzparmak hala var mı yahu?









Amerikan bağımsız sinemasının en "cool" ve bilindik yönetmenlerinden Jim Jarmusch, vampir mitinden beslenen kendi yazıp yönettiği son filmi Sadece Aşıklar Hayatta Kalır'la canım ülkemin salonlarına bir kez daha teşrif ediyor.

Başka Sinema adlı oluşum sağolsun, bu denemenin de konusu olan bu bağımsız sinema örneği gibi, vizyonda seyirci çekmeyeceği düşünüleceği için gösterime giremeyen yapımlar, ülkenin bir kaç şehrinde gösterime girip seyirciyle buluşabiliyor. Kendilerine ait bir linki de paylaşıyorum, gidin bir bakın bakalım.

https://www.facebook.com/baskasinema

Filmi çok yakın bir arkadaşımla tesadüfen izleme şerefine nail olduğumu belirteyim, hayat bazen böyle sağ gösterip sol vurabiliyor. Beyoğlu Pera'da, küçücük bir salonda full gişe yapmış bir Perşembe akşamı seansında, bütün salon bu Jim Jarmusch güzellemesine tanık olduk.

S.A.H.K., Detroit ve Tanca'da geçen bir aşk hikayesi. Hikayemizin kahramanları kelimenin tam anlamıyla ezelden beri beraber olan Adam ve Eve adlı iki 40'larının ortasında(en azından öyle görünüyorlar.yken lanetlenmiş vampir. Biri Detroit(Adam), diğeri Tanca(Eve)'de yaşam(!)larını sürdürürken Adam'ın haline acıyan Eve kalkıp Detroit'e geliyor. Sonra başlarından bir kaç olay geçiyor, filmimiz bitiyor. "Vampire Diaries"'in, izleyenler bilir,  mevzubahis dizinin 5 dakikasında olan biten ekşını 2 saate yayan yapım, izleyiciye durağan ve doğrusal bir hikaye sunuyor.

Açılış sekansından tabiri caizse "garip" bir şeyle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. İki baş karakterin üzerlerinde dönen kamera, bir plağın pikap üzerinde oynayışıyla bütünleşirken yavaşça karakterlerimizi tanıyoruz. Bu iki, hepimizden çok "insani" vampir, evlerinden dışarı çıkıp bizim gibi binbir çileyle, kredi kartlarıyla, sıralarla, torbalarla uğraştığımız gibi mücadele verip besinlerine kavuşuyorlar.Yaşantılarına hepimiz gibi devam ediyorlar aslında, anlatılan hikayede geçen diyaloglar ve olan biten o kadar doğal ilerliyor ki, bu sakin akıcılığın içinde kayboluyoruz adeta. Arkada çalan müzik, Josef Van Wissem imzası taşıyor ve hipnotize edici bir etkisi var. Müziğin yapımdaki yeri, Adam'ın da bir müzisyen olmasıyla hikayeyi güçlendiriyor. OST'yi de özellikle tavsiye ediyorum bu arada.

Görüp geçirdiği her şey olmasa da büyük bir kısmına, geçip giden zamana karşı tutunulacak bir dal olarak yaklaşan, geçmişe sımsıkı bağlı Adam, etrafta kimsenin yaşamadığı, terkedilmiş bir semtte oturup kelimenin tam anlamıyla "bayıyor." Bu baygınlığı müziğine yansıtıyor ve meşhur olmasına ramak kalmış, istediklerini yaptırdığı, sırrını bilmeyen insan arkadaşı sayesinde müzik piyasasında tanınıyor. İnsanlardan kaçarken, sanatçılığın ve sanatın en büyük çelişkilerinden olan, yapıtın başkasına mal olması yüzünden çaresiz bir şekilde durduğu yerde kıvranıyor ve kendini öldürmeyi kafasına koymuş durumda. Bu bedbaht depresyonun farkına varan Eve, huzur içinde takıldığı Tanca'dan kalkıp yanına geliyor aşkının ve onu vazgeçiriyor, hem de kim bilir kaçıncı kez! Sonrasında Eve'in kardeşi de yanlarına geliyor, derken başka bir sürü hikayeyi sona erdirecek olayla karşılaşıyoruz, Tanca'ya beraber dönmek zorunda kalıyorlar. Derken film bitiyor.

Tom Hiddleston ve Tilda Swinton başrollerde berbat oyunculuklar sergiliyorlar ne yazık ki. İkisinden de ayrı ayrı irrite olarak 2 saatim geçti. Belki bu kadar tanınımış iki yüz bu kadar naif bir hikayeye fazla geldi, belki de gerçekten ikisi de gerçekten kötü oyunculardır, bilemiyorum. Bir ikili olarak da kimyaları yine bu kötü oyunculuk yüzünden fena değil. Yan roldeki Jon Hurt ise hikayeye katkı sağlamayan başka bir vampiri canlandırıyor, eh ne diyim fena iş çıkartmamış. Eve'in kardeşi(!) Ava'yı canlandıran Mia Wasikowska ise en duru ve iyi oyunculuğu sergiliyor bana kalırsa, filme canlılık getirdiğini söyleyebilirim.

Yönetmenimiz, derdini maalesef bu oyuncuların kişisel performanslarına dayandırarak anlattığı hikayede, insanlık tarihinden ve karakterlerin bu hikayedeki rollerinden dem vururken, insanın kendisi ve varoluşunun anlamsızlığından bahsediyor, mesaj kaygısı taşımadan tüketim toplumunu eleştiriyor, biz insanlara yitip giden hayatlarımızın ne kadar anlamsız olduğunu gösteriyor. Bunu yaparken aşkı yüceltmesi, bir ikiliye odaklanması ise amacına ters düşmüyor, sadece aşkın geçen zamanı yaşanır kıldığına parmak basarken belki siz de benim gibi kendi hayatına tanık olan, onun hayatına tanık olduğunuz o elmanın diğer yarısını arayacak ve hayıflanacaksınız, bilemiyorum.
   
Film gerçekten Detroit ve Tanca'da çekildiği için bu iki şehrin ambiyansı asılsı bir katkıda bulunuyor hikayeye. Özellikle Tanca sahneleri çok etkileyici bana kalırsa, başka bir dünyada buluyorsunuz kendinizi. Buralara Tanca hakkında bir şeyler yazmayı çok isterdim ama merak edenleriniz gider araştırır isterse diye tutuyorum kendimi, sadece büyülü bir yer diyim. Ve film bu büyüyü bize yansıtmayı başarmış.

Sadede gelirsem, sadece sinemada, o güzelim anfilerden gelen müziğin yarattığı atmosfer ve geçtiği şehirlerin karanlığını ifade eden görüntü yönetimiyle izlenebilir olan bir film bu. Ve kesinlikle bir "Twilight" benzeri bayağılığı yok, eğlenceli ve sürükleyici olduğunu da öne süremem ama çıktıktan sonra izleyiciyi düşünmeye, sorgulamaya iten bir yapısı var. Bu yüzden tavsiyem gidin sinemada izleyin, sonra da benim yaptığımı yapın ve OST'yi dinleyin, pişman olmayacaksınız.

Naçizane puanım; 6.66/10

Evde izlenir mi? Kanepede uyuklamak istiyorsanız.

Neden izlenmeli? Müzik ve Tanca.

Bu filmleri sevenler izlesin; Interview with the Vampire, Stranger Than Paradise


Sunday, February 16, 2014

Aşk (Her)







                             
                       Bakışına kurban.








Siri, IOS6 ile beraber tanıtılıp Iphone 4S ile kullanıcı ile buluşalı 3 yılı geçti diye hatırlıyorum.Diğer Apple uygulamaları ve cihazları gibi, varolan ve o kadar iyi çalışmayan bir teknolojinin aynı markanın diğer ürünleri gibi kullanıcıya uyumlu ve doğru düzgün bir şekilde çalışan mükemmele yakın haliydi. 

Aradan geçen zaman zarfında Siri'den ne kadar faydalanılabileceği üzerine çok şey yazıldı çizildi. Sesli komut sisteminden daha çok bir asistan olarak da görebiliriz kendisini, muhabbet falan edebiliyorsunuz az da olsa. 

İltifat ettiinizde alçakgönüllü, küfür ettiğinizde mesafeli olabilen bu kadın sesinin, uygulamanın, 01010010101010'in geliştirilip bir canlı gibi davranabildiğinde başımıza neler gelebileceğini kafasına takmış olan Spike Jonze'da son yılların belki de en dokunaklı ve "brainy" filmiyle konu hakkında öngörülerini bizimle paylaşmış.

Her, her(!) nedense 'Aşk' olarak çevrilip ülkemizde sevgililer gününde gösterime girdi. Afişine aldanıp o gün sinemaya giden mutlu(?) aşıkların suratında nasıl patladığını düşünmek istemiyorum. Sakın yanlış anlamayın, bu mükemmel bir film, sadece biraz kafa yormanız gerekiyor içine girebilmeniz için.

Dayanamayarak naçizane puanımı açıklıyorum; 10/10

Spike Jonze'un sineması her zaman izleyiciye biraz mesafeli yaklaşmıştır. Anlaması ve içine girilmesi o kadar da kolay olmayan, deli işi filmler çekmiş bir yönetmenden bahsediyoruz sonuçta. Nicholas Cage, Adaptation'dan sonra bir daha kendisiyle çalışmayacağını, adamın deli olduğunu dile getirdiğinde Being John Malkovich'i izlemiş olanlarımız hiç şaşırmadık zaten. Bu iki filmi de izlememiş olanlarınız varsa; "Shame on you!", yönetmenin en iyi çalışmalarından ikisidir.

Her, bu iki filmden biraz farklı bir yerde duruyor. Predikte edebileceğimiz yakın bir gelecekte, klavyesiz bilgisayarların ve kemersiz yüksek belli pantolonların dünyasında geçen film, aşırı gelişmiş ve kendine ait bir hafızası ve yapısı olan, öğrenebilen Siri'sine aşık olan bir adamı ve bu konuda onu yalnız bırakmayan toplumu anlatıyor.Aynı bahsi geçen uygulama gibi kullanıcı/izleyici dostu bir yapıya sahip olan film,  diğer Spike Jonze işlerinden bu sayede ayrılıyor.

İnsanın, kendi türünden başka bir canlının elinden çıkan bir işletim sistemine olan aşkını anlatan hikayesi sizi aldatmasın, bu aslında bir bilimkurgu filmi değil. Aşk'dan ne kadar çok bahsederse bahsetsin bir romantik komedi de değil. Geleceğin dramatik komedi filmi bu bir yerde bana kalırsa.

Tek derdi sizleri sinemaya gitmeye itmek olan bu bloğun amacı yine filmi anlatmak değil ya, senaryodan daha fazla bahsetmek istemiyorum. 

Oyunculuklara gelirsek, başrolde Joauqin Phoenix mükemmel oynuyor. Film onun gözleriyle açıldığında kendisine aşık oluyoruz ve o masmavi gözlerin yarattığı etki bütün bir film boyunca devam ediyor.  Filmi tek başına götürüyor aktörümüz ve 2 buçuk saat süren bu deneyim kendisi sayesinde göz açıp kapatıncaya kadar geçiyor. Yeni boşanmış ve eski hayatını özleyen,40'larının ortasında her adamın yaşadığı açmazları yaşayıp yeni hayatına alışmaya çabalarken düştüğü durumları o kadar iyi aktarıyor ki bize; karakter için üzülüp ağladığımızda ya da sinir bozukluğundan kahkahayı patlattığımızda, O'nun Theodore olduğuna inanıyoruz.

Yan rollerde Amy Adams hasbel kader iyi bir oyunculuk sergiliyor. Samantha'ya ses veren Scarlett Johansson ise muhteşem. Daha iyisi bir Samantha olamaz diye düşüneceksiniz izlerken eminim. Siri'den çok daha iyi.

Spike Jonze bu hikayede insanın aşk uğrunda düştüğü yalnızlığı içsel bir şekilde anlatıyor. Hikayemin ana teması her ne kadar teknolojinin geldiği ve geleceği noktayla alakalı olsa da bu çok insani ve samimi bir film. Geçmişin, tekrar tekrar kafamızda kurguladığımız bir film olduğuna dikkat çekiyor, hayatlarımızda geride bıraktığımız insanları ve olayları, dönüm noktalarını aklımızda nasıl bir şekilde "The End"'e bağlarsak, o kadar düzgün bir şekilde önümüze bakabileceğimize, ilerleyebileceğimize  dair düşünmemize sebebiyet veriyor.

Uzun süredir, izledikten sonra hem yapıtın kendisi hem de kendi hayatıma bakarak, yaşantım ve geçmişim üzerine tekrar düşünmemi sağlayacak bir film izlememiştim. Derdini bu kadar iyi ifade edebilen bir hikayeyi vizyondayken kaçırmamanızı; Siri, henüz ona karşı olan duygularınıza karşı mesafeliyken de etrafınızdaki kişilerle daha çok etkileşime geçmenizi, kendinizi daha iyi tanımanızı ve her şeyin bir gün geçeceğini bilmenizi istiyorum. Yeni boşanmışlara bu filmi yanında kesici aletlerle izlemesini yasaklıyorum.

Ve son olarak, hayat bu sonuçta, arada gülüp geçmek gerekiyor her şeye. En iyi "Closure" kendimizle yaşadığımız. Bunu unutmayın.

Neden izlenmeli; Tuhaf üçlü sekansı.

Bu filmleri sevenler izlesin; Adaptation, The Master

Evde izlenir mi? Büyük keyifle.

Friday, February 14, 2014

The Wolf Of Wall Street





               
                              İtici pezevenk.








Martin Scorcese ölene kadar Leonardo Di Caprio ile film çekmeye devam edecek sanırım. Her sene illaki bir ortaklıklarına şahit olduğumuz ikili, yine çok meşhur , çok dertli, çok spekülatif bir şahsın hayatını anlatan bir otobiyografi uyarlamasıyla karşımızdalar.

Jordan Belfort adlı oç brokerın kendi vatandaşlarının anasını nasıl bellediğini bir güzel ballandıra ballandıra anlatıp üstüne para kazandığı kitabı The Wolf of Wall Street(bütün D&R'larda en ön rafta bulabilirsiniz)'den uyarlanan senaryosuyla daha yapım aşamasındayken yankı uyandıran yapım, en nihayetinde gösterimde.

Jordan Belfort'un hikayesi kör edici para hırsının, ahlaksızlığın, riyakarlığın, umursamazlığın, ne yaparsam yapayım başıma bir şey gelmeyecek kafasının kitabı. Ve bravo, Martin amca bunu filme çok iyi yansıtmış. Yalnız film uzun abiler.

Geberiyorduk lan. 3 saat çekilecek çile değildi.

Defalarca aday olduğu Oscar'ı bir türlü kazanamamış Di Caprio kardeşimiz, yine gözlerini kısıp kısıp bir şeyler söyleniyor, ne yaparsa yapsın çok yakışıklı ve sevimli olmaktan alıkoyamıyor kendini. Artık aralarında nasıl sapık bir ilişki, bir düzmece ortaklık varsa bilemiyorum ama yolunu Scorcese'den ayırması gerekiyor bence. Daha ne kadar üstü başı düzgün aşırı zengin karakteri canlandırıp 3 saatlik yapımlarda bizi kendinden geçirecek merak ediyorum. Ve, Great Gatsby ile oskara aday olmamasına da şaşırıyorum, izlememiş olanlarınız için, allahınız varsa izleyin, Baz Luhrmann'ın en iyi filmi çok net.
Film o kadar itici iki, anlatamıyorum. Jonah Hill mükemmel oynuyor mesela, bir kaç tane daha böyle şahane oyunculuk çıkartan adamlar var ama oynadıkları karakterler sağolsun, o başarılı oyunculuk filmi de karakterlerini de daha itici kılıyor.

Ben, fakir doğup da dünyaları kazanan insanların hikayelerinde sanırım biraz da ders arıyorum. Hani yaptık bir hata ama döndük gibisinden. Yok ama abi, bu öyle bir hikaye değil. Dünyadaki bütün pisliklere bulaşıp hala sempatik/komik/kabul edilebilir olabileceğini sanan birinin hikayesi bu, filmden çıktığınızda onlarca fahişe yanınızdayken şampanya/koko takılasınız geliyor, anlamsız bir mutsuzlukla. Bayadır bir film beni bu kadar kötü etkilememişti.

Acı itiraf olarak, anlatılanları kara-komedi olarak düşünebildiğinizde  de baya gülüyorsunuz olan bitene. Belki de sinir bozukluğundandır ama bir kaç sahnede andıçla kendimizden geçtik. Yine de değer mi bilemiyorum bu çileye

Açıkçası sinemayı bu kadar seven biri olarak, gitmeyin diyeceğimi hiç düşünmezdim ama gerçekten gitmeden  iki kere düşünmenizi rica ediyorum, malum 3 saatlik film 4 saatlik bir deneyime dönüşüyor reklamlar ve bir sürü şeyle.

Scorcese'nin çektiği her filme büyük beklentiyle gidenleriniz olacaktır, bu film sizler için o kadar da çekilmez olmayabillir, adam kendi kalitesinde bir iş çıkarmış yine. 

Ne diyim, zaten hepiniz izleyeceksiniz, mideniz bulanır başınız ağrırsa ben mesuliyet kabul etmiyorum.

Naçizane puanım; 7/10

Neden izlenmeli? Lemmons effect.

Evde izlenir mi? Bolca bira ve sigarayla.

Bu filmleri sevenler beğenebilir; Scorcese filmleri işte

Wednesday, February 5, 2014

Düzenbaz (American Hustle)










Bigudi bile yakışıyor adama yahu, maaşallah. NAZAR!










Sinemayla pek içli dışlı olmayanlarımızın bile karşısında bir çüş'ü, bir ohannes'i eksik etmeyeceği kadrosu ve  adını önümüzdeki yıllarda da sıkça duyacağımız yönetmeni David O. Russell'ın yepisyeni coşku denemesi American Hustle gösterime gireli 3 hafta oldu. Gidip bir türlü izleyemedim, yazamadım. Güya vizyonun nabzını tutacağım canım bloğum için bir ayıp, utanç.

Kısaca özetlemek gerekirse, daha önce çekmiş olduğu iki filmdeki; "The Fighter" ve "Silver Linings Playbook"'dan bahsediyorum; bütün başrolleri yeni filminde birleştirmeyi başarmış Russell kardeşimiz, kanımca son yıllarda çekilmiş en iyi karakter dramalarından da birine imza atmış. Hala izlememiş olanlarınız varsa elinizi çabuk tutun, zaten çok salonda oynamıyor. Ama gidecekseniz büyük ve iyi ses sistemli bir salonu tercih etmenizi rica ediyorum. Her ne kadar bir Baz Luhrmann filmi olmasa da soundtrack çok başarılı.

Amerikan yolsuzluk ve suç tarihinde yaşanmış gerçek bir olay olan "ABSCAM"'dan, Arap Skandalı'ndan yola çıkılarak yazılmış bir senaryo var önümüzde. Bolca alavere dalavere ve düzenbazlık ve manipülasyon içeren hikayemiz, görüntü yönetimiyle de iyi manada baş döndürüyor. Ama asla yanlış anlamayın, filmin ahlak dersi vermek gibi bir derdi yok. İyi ya da kötü karakterlerin kendi doğrularını birbirine kılıç ve kalkan gibi kuşandığı, bu iyi ve kötünün savaşında erdemin kazandığı bir dönem filmi yok karşımızda. Dokunaklı ve hoş bir kandırmaca sunuyor bize yönetmen sadece, kasılmanıza gerek yok.

David O. Russell'ın derdi aslında skandal falan değil, o her zamanki gibi karakterlerini anlatmaya çalışıyor. Elindeki malzemenin ve oyuncuların kabiliyetleri bazında da başarılı oluyor. Hikayede 4 başrol var gibi gözükse de, açılış sekansında bolca Christian Bale göbeği(gerçek) görsek de bu bana kalırsa Amy Adams'ın filmi. Mükemmel oynuyor kendisi. Man of Steel'deki performansından sonra kendisine mesafeli yaklaşıyordum ama iyi bir yönetmenin elinde yumruk kadar bir elmas gibi parıldıyor bütün film boyunca. Christian Bale yine iyi, o da hakkını veriyor ama Amy Adams oynadığı her sahnede rol çalıyor. Bradley Cooper ise aşırı yakışıklı ve yine aşırı tekdüze. Olmamış diyorum ben ama o maviş gözleriyle bakıp sırıttıkça daha çok paralar kazanır bu adam, kıskanmaktan başka yapacak bir şey yok.

Aslında başrol gibi gözükse de yan rollerden birinde yer alan Jennifer Lawrance ise tam bir fenomen. İlk defa bu kadar iyi bir performans verdiğini düşünüyorum, filmin en eğlenceli bir kaç sahnesinden bazıları da ona ait. En bir sevip benimsediğim stand-up ustalarından ve komedyenlerden biri olan Louis C.K.'de kendine önemli bir rol bulmuş filmde, o da elinden geleni yapmış. Jeremy Renner ise onun yerinde kim oynasa pek farketmezmiş gibi dolanıyor oradan oraya. Ve yine Robert De Niro var, bu sefer bizi germeyi uygun bulmuş, kısa da olsa etkili bir performansı var.

Kast'dan neden mi bu kadar çok bahsettim? E film dialog üzerine kurulu da o yüzden, inandırıcılığı ve kabul edilebilirliği oyuncularının performanslarına bağlı bir film var karşımızda. Ve okuduklarıma göre baya baya improvizasyon içeriyormuş bu diyaloglar ve sahneler, adamlar kafalarına göre takılmışlar. Yönetmen kardeşimiz rolün içine girmiş oyuncularına alanı boş bırakmış genelde, iyi de yapmış.

Hikayeden bahsetmek istemiyorum, zaten izlerken anlamaya da pek uğraşacak haliniz kalmayacak bana kalırsa. Sürükleyici ama acaba şimdi ne olacak aman allahım heyecanı ve merakı pek uyanmıyor, hikaye bir yerde zirve yapıp sonra inişe geçmiyor. Plot twist de var gibi ama onun da öyle bir AMAN ALLAHIM dedirtecek tarafı yok, dediğim gibi kasılmaya gerek yok hikaye konusunda, sadece  karakterler kendilerini ifade edebilsinler diye arka planda seyrediyor zira sadece.

Aslında filmin derdi, herkesin hayatta bir rolü, aktı olduğuna parmak basmak. Daha da iyi anlatmaya çalışırsam, hepimizin hayatta kalabilmek için kendimize biçtiğimiz rolleri, sahneleri ve planları oynamamız gerektiğini, hayatta kalabilmek için bunu devamlı yaptığımızı dile getiriyor.

Hepimiz bir yerde hem kendimizi hem de etrafımızdakileri bir şeyler için kandırmıyor muyuz zaten allah aşkına? Şu satırları yazan ben nasıl şu anda pijamalarımı çekmiş yağlı saçlarımla otururken monitör karşısında böyle ahkam kesiyorsam, bir F.B.I. müfettişi de kafasında bigudilerle mafya-devlet-dolandırıcılar üçgenini ortaya çıkarıp meşhur olmaya, kahraman olmaya çalışıyor gibi düşünün işte, hepimizin ayrı bir mücadelesi var hayatla.

Nasıl oynadığımız ve kimleri kandırabileceğimiz bize bağlı.

Neyse, sadede gelirsem;

İzlerken zaman zaman ağzınıza bol malzemeli ve yağlı bir pizza tadı getirse de, kanıyoruz sonuçta olan bitene. Zekice yazılmış diyaloglar, tekrar ediyorum baş döndüren bir görüntü yönetimi falan derken 2 saat akıp gidiyor. Bu çok eğlenceli bir film, ama eğlenceli olsun diye yapılmamış, kendiliğinden, içten bir espri anlayışı var. İşin güzelliği burada, salondan keyifle ayrılacağınıza eminim.

Daha ne diyim.

Naçizane puanım; 6,5/10

Neden izlenmeli; Amy Adams'ın gözleri, Jennifer ablamızın saçları diyim.

Evde izlenir mi?; Çok iyi gider, kalabalık bir grupla falan.

Bu filmleri sevenler izlesin; Jackie Brown, The Fighter